Perşembe, Temmuz 22, 2010

BATI İTALYA&GÜNEY FRANSA ÖZET

SONUÇ OLARAK;

• Planımız 2 gece Milano, 2 gece Genova, 5 gece Nice olarak gayet idealdi. Biz Milano’yu ucuz uçuş bulduğumuz için tercih ettik, hem de daha önce görmediğimiz için şansımız varken görelim dedik. Uçuş planı, Genova ya da Nice de olabilir.
• Milano’ya gidiyorsanız Como Gölü’ne mutlaka zaman ayırın, gölde tekne turu yapın, fünikülerle tepeye çıkın, manzarayı izleyin.
• Milano’da Duomo Meydanı (çıkabilirseniz şehri kuşbakışı görmek için katedralin tepesi), Sferzesco Kalesi görülmeli, aldığımız bir duyuma göre risotto yenmeliymiş biz denk gelemedik. Alışveriş düşünüyorsanız Fox Town, oraya gitmişken Lugano'yu da görün.
• Genova civarında konaklıyorsanız, Porto Fino zaten programda olmalı. Portofino’da Cafe Excalcisor’da pizza yiyin. Bulabilirseniz Cinque Terre’ye gidin ya da en azından Levanto’ya ulaşabilirsiniz. Deniz ürünleri risotto yiyin, Cinque Terre şarabı için ve mümkünse kendiniz için satın alın.
• Güney Fransa sahillerinde konaklama için Nice ideal, şehirlerarası mesafeler yakın. Konsepte uygun olarak gidilmesi gereken en uzak yer St Tropez 1,5 saat uzaklıkta.
• Fransa sınırını geçtikten sonra bol bol rose şarap için.
• Nice’te adını bilmediğim bisiklet kiralama için bir sistem var. Örneğin Nice’te sahilde yan yana dizilmiş mavi bisikletler görüyorsunuz, iletişim merkezine telefon edip alacağınız şifreyle bisikleti kiralıyorsunuz sonra başka bir mavi noktada bırakıyorsunuz gibi, eğlenceli ve pratik. Benzeri arabalar için ‘car sharing’ olarak Genova’da vardı.
• Monaco-Monte Carlo’da tur otobüsleriyle şehir turu yapın, çok pratik, audio rehberlerle kulaklıklarınızı takıp gezdiğiniz yerler hakkında bilgi de alıyorsunuz, istediğiniz yerde inip dolaşıp yaklaşık 15 dk aralıklarla geçen otobüslere yeniden binip devam edebiliyorsunuz. Akvaryum (Musee Oceonographique) ve botanik bahçesi görülebilir, biz Genova’da akvaryumu denediğimiz için burada girmedik, fikrim yok.
• Monaco’da görebileceğiniz bir Opera Binası ve Royal Palace’ın halka açık Grands Appartements kısmı var.
• Pazar merakınız varsa, San Remo'da Salı; Nice’te Cours Saleya’da her gün, St Tropez’de Salı ve Cumartesi günleri pazar var ama dikkat hepsi sabahtan..
• Denize girmek için Nice Promenade des Anglais sahil şeridi ya da St Tropez tercih edilmeli. Antibes plajları tavsiye edilmişti ama biz pek aradığımızı bulamadık. Bölgede bol bol aquapark var, ama biz gittiğimizde çoğu 19 Haziran’da (bizim son günümüz)açılıyordu.
• Genel olarak girişleri 20 eurolar civarında olan özel plajların yanında halk plajları var, sadece şemsiye ve şezlong için para vermek istemezseniz havlunuzu serip oturabilirsiniz.
• Nice’te Alışveriş merkezi için Antibes CAP 3000.
• Cannes yolu üzerinde Grasse’ta Fragonard Parfüm&sabun fabrikası keyifli bir tur.
• St Tropez'ye 1 gün ayırın, lüksün tadına varın.
• Nice’te Massena Meydanı, fıskiyeler ve Boccacio’da yemek.

Etiketler: , , , , , ,

Salı, Temmuz 20, 2010

ST TROPEZ

Veee final..

Nice’te konakladığınızda en uzak yer Saint Tropez, Nice’e yaklaşık 1,5 saat uzaklıkta. Genelde, gitseniz de olur gitmeseniz de duyumu almıştık ama buraya kadar gelmişken görmeden olmaz diyerek planımıza dahil ettik. Cumartesi günleri pazar kurulduğunu biliyorduk, o da değişiklik olur diyerek son güne Saint Tropez’yi planladık. Aslında, düşüncemiz sabah erken çıkıp, dolaştıktan sonra bölgede bolca olan aquaparklardan birine gitmekti, hem çocuklar hem de biz eğleniriz demiştik. Ama tüm tatil süresince olduğu gibi çocuklar söz konusu olunca sabah erken kalkıp toparlanmak pek mümkün olmuyor. Uyandırma, giydirme ve kahvaltı savaşları sonrası yola çıkıyoruz. Öğlen saatlerinde Saint Tropez’ye varıyoruz. Eğer pazar gezme düşünceniz varsa aklınızda olsun, bölgede tüm yerlerde pazarlar sabahtan kuruluyor, saat 13.00 gibi toplanıyor. Biz ucu ucuna yetiştik, oldukça da keyifli bir pazardı. Tabii kirazın kilosunun 8 euro olduğu bir pazar… Sonra marinaya iniyoruz ve evet dünya sosyetesi bizi bekliyor. Limana ve açığa demirlemiş ‘şilep büyüklüğünde tekneler’ gözümüzü alıyor. Aslında şehir bir sahil kasabası, bizim Ege kasabaları çerçevesinde. Ama tekneler, arabalar ve moda dergilerinden fırlamış insanlar bütün havayı değiştiriyor. Duygu’yla butiklerden gözümüzü alamıyoruz, Milano modası cazibesini kaybediyor gözümüzde. Zaman ilerlediğinden ve Saint Tropez’yi de beğendiğimizden aquaparktan vazgeçip denize girmeye karar veriyoruz. Şehrin girişindeki koyda yan yana bir sürü beach club ve tabii ki halk plajları var. Beach kulüpler her ne kadar dünya sosyetesini ağırlasa da bir özellik sunmuyor gibi gözümüzde Bodrum’daki o şaşalı kulüpleri düşününce. Deniz güzel, bu bölgede girdiğimizin en iyisi aslında.. Rüzgar yine keyfimizi uzatmamıza izin vermiyor, St Tropez’de de aklımız kaldığından toparlanıp şehre geri dönüyoruz, yemek için güzel bir yer arıyoruz. Yine keyifli bir akşam yemeğiyle günümüzü noktalıyoruz. Bir sonraki gezimize St Tropez’den başlayıp batıya geçmeyi planlıyoruz ama alışveriş için para ayırmak şartıyla. Sonuç, St Tropez görülmeliii…

Etiketler:

Pazartesi, Temmuz 19, 2010

NICE



Bölgedeki üçüncü günümüzü Nice’e ayırıyoruz. Nice’te her sabah Cours Saleya’da Pazar kuruluyor. Aslen çiçek pazarı ama sebze, meyve, zeytinyağları, sabunlar, çeşitli hediyelik eşyalarıyla eğlenceli bir pazar aynı zamanda. Kısa bir pazar turu yapıyoruz. Bugünü hem şehre hem de biraz alışverişe ayırmak istemiştik. Pazardan sonra Antibes’de CAP 3000 Alışveriş merkezine gidiyoruz, H&M mağazasını gözümüze kestirmiştik. Bu sefer erkekler çocuklarla oynarken, biz kızlar biraz kendimizi kaybediyoruz alışverişte. Sonra aynı AVM’deki Galeri Lafayette Gourme’de buluşuyoruz. Şarap, makarna vb alışverişi için ideal. Göz alabildiğine şarap raflarında seçim yapamayıp reyon görevlisinin yardımıyla rose şaraplarımızı seçiyoruz. Aslında, buraya gelmişken hep makarna almak aklımızda ama nasıl olsa Milano’dan dönüyoruz oradan alırız diye düşünerek bunca seçenek içinden çıkıyoruz ve hata yaptığımızı dönüşte anlıyoruz. Bu kadar çeşit ve fiyat avantajını bir daha bulamıyoruz.
Sonra, çocukları daha fazla bezdirmeden sahile atıyoruz kendimizi. Nice’in sahili kumsal değil, taşlık. Buraya gelmeden önce deneyimli insanlar uyarmışlardı, yanınıza plastik ayakkabılardan alın zorlanırsınız diye. Bir türlü denk getirememiştim ama olsaymış faydalı olurmuş. Gerçekten yürümek çok zor oluyor. Ünlü Promenade des Anglais’deki halk plajlarından birindeyiz. Havanın izin verdiği ölçüde deniz keyfimizi sürdürüyoruz. Bu akşam kesin niyetliyiz, otele gidip cici elbiselerimizi giyip güzel bir yerde yemek yiyeceğiz.
Nice’in yine ünlü meydanı Massena’ya çıkmayı planlıyoruz. Otelimiz şehir merkezine ve ana caddeye yakın olduğundan yürümeyi tercih ediyoruz. Nice’te yemek için neyse ki bir restoran tavsiyesi almıştık, Tomtom’umuza restoranın adını girip, yeri tespit edip yola koyuluyoruz. Güneş batarken Massena Meydanı’ndayız. Şansımıza hem Fransız yazarların imza günleri hem de küçük bir konser var. Meydanda 2 büyük havuz ve fıskiyeler var, onları izlemek oldukça keyifli. İyice karnımız acıkıyor ve tatilimizin en güzel yemeğini yemeye Boccacio’ya geçiyoruz. Gerçi, benim sanatçı kızım illa ki yolda durup konseri izlemek istiyor ve ben onunla birkaç şarkı takılıyorum.

Sonra Boccacio… Masalardaki tabaklardan gözlerimizi alamıyoruz. Muhteşem bir deniz ürünleri keyfi çekiyoruz; deniz ürünleri paella ve deniz ürünleri spagetti, yanında tabii ki rose şarap. Aperatif olarak gelen ahtapot salatası o kadar güzel ki Ekin bile tadına doyamıyor. Ekin zaten yorgunluğa daha fazla dayanamayıp bir süre sonra uyuyor, Kuzey de dvd oynatıcısıyla gayet mutlu (not: tatiller için bir adet portatif dvd player edinilmeli). Biz de sokaktaki kafelerden birinde biramızı yudumlayıp sohbetimize devam ediyoruz ve otel yürüyüşüyle geceyi bitiriyoruz.

Etiketler: , , ,

Cuma, Temmuz 16, 2010

ANTIBES – GRASSE – CANNES

Artık denize girmek istiyoruz… Hava hala muhalefete devam etse de Antibbes’e doğru yola çıkıyoruz. Buraya gelmeden önce bize Juan Les Pins’deki plajlar tavsiye edilmişti. Yine her yerde parayla girip, şemsiye ve şezlongtan yararlandığınız özel plajlarla birlikte hemen yanı başlarında havlunuzu serip oturabileceğiniz halk plajları mevcut. Halk plajlarında da duş olduğundan biz yine arabada üstümüzü değiştirip kendimizi kumlara atıyoruz. Kum dediysem öyle göz alabildiğine bir kumsaldan bahsetmiyorum, 10 mt genişliğinde yol kenarları.. Biraz gece bastıran yağmurun biraz da rüzgarın taşıdıklarının etkisiyle sanırım deniz oldukça bulanık ve kirliydi. En azından buna inanmak istiyorum bu dünya sosyetesinin vazgeçemediği yerlerin gözümdeki değerini kaybetmemesi için. En azından deniz isteğimizi bir nebze tatmin edip Cannes’a doğru yola çıkıyoruz. Yol üzerinde Grasse’a sapmadan geçmiyoruz. Grasse, denizi çevreleyen tepelerde bir kır kenti, Fransa’nın parfüm başkenti olarak biliniyor. Zaten yol üzerindeki reklam tabelaları da sizi yönlendiriyor. Biz yine fabrikaların en ünlülerinden Fragonard’a gidiyoruz. Eski üretim yerlerini müze haline getirmişler, gruplar halinde içeriye alarak parfüm ve sabunun üretim macerasını anlatıyorlar. Oldukça keyifli bir geziydi. Modern teknoloji öncesinde özellikle yasemin gibi yüksek sıcaklığa dayanamayacak olan narin çiçeklerin kokusunun alınabilmesi için aylarda domuz yağına bastırılmaları ve sonra bu domuz yağı tabletlerine biriken kokunun alkole aktarılması en ilginç hikâyeydi. Fabrikanın satış alanı var tabii ki, birkaç ufak hediyelikle buradan ayrılıyoruz ama binadan çıkar çıkmaz korkunç bir yağmura yakalanıyoruz. Neyse, henüz tepedeyiz, deniz kenarında hava böyle değildir deyip Cannes’a devam ediyoruz.
Gerçekten, nispeten hava güneşli, iyice acıkan karnımızı doyurmak için deniz kenarındaki ana caddede yer alan kafelerden birine giriyoruz. Yine, lezzet olarak çok tatmin edici olmasa da yemeğimizi yiyip, yine güzel Rose’mizi içiyoruz. Sanırım bu tatildeki en az tatmin olduğumuz bir diğer konu yemek oldu, gerek her seferinde açlığımızın son raddesindeyken kendimizi atacak bir yer aradığımız için gerekse tatil öncesinde bu konuda çok iyi araştırma yapmadığımız için birkaç yer dışında aradığımız değişik ve güzel lezzetleri bulamadık. Sonuç olarak, yemeğimizin son dakikasındayken birden bastıran sağanak yağmurla kalakalıyoruz. Yemek yediğimiz kafenin 5 m2 olan iç kısmına kendimizi atıp yağmurun dinmesini bekliyoruz. Sanırım, kafenin sahibi artık bizden sıkıldığından ‘yağmur bitti’ diyor, biz de iyi o zaman biz gidelim deyip çıkıyoruz ama yağmurun olanca hızıyla devam ettiğini fark ettiğimizde geri dönüş şansımız kalmıyor. Gelmişken görmeden gitmeyelim diye bir koşu kendimizi meşhur tiyatro binasına atıyoruz, hayal kırıklığına uğradığımız o meşhur merdivenlerde fotoğraf çekiyoruz ve arkasından fark ediyoruz ki yanlış merdivenlerdeyiz. Ama, yağmur 50 mt ilerdeki gerçek festival sarayına ulaşmamıza izin vermiyor, n’apalım deyip, erkekleri arabayı almaya gönderip, çocuklarla saçak altında bekliyoruz. Sonuç, Cannes bizim için tam bir hayal kırıklığı.. Zaten Perşembe akşamı olması itibariyle Akın ailesinin Aşk-ı Memnu partisine davetliyiz. Otelimize dönüp, odada bilgisayardan internet üzerinden Aşk-ı Memnu’nun finalden önceki bölümünü izliyoruz. Zaten o kadar yorgunuz ki, kimsenin çıkıp dolaşalım diyecek hali yok.
Bu arada tüm haberlerde Güney Fransa'yı talan eden sel baskınlarından söz edilirken, halimize gülüyoruz.

COTE D’AZUR

Fransa sınırını geçiyoruz ve artık Güney Fransa sahillerindeyiz. Solumuzda engin Akdeniz, sağımızda başları dumanlı dağlar, muhteşem bir manzara.. Otelimize yerleştikten sonra köşe başındaki KFC’de yemeğimizi yiyoruz. Bu arada ilk kez gördüğümüz bir uygulama, yiyeceklerinizi aldığınızda size bir şifre veriyorlar. Tuvaletlerin kapıları şifreli kilitli, ancak bu şifreyle açabiliyorsunuz. İtalya’daki bir farklı uygulama ise tüm sifon ve lavaboların pedalla çalışmasıydı. Siz yukarıda çeşme ya da sifon düğmesi ararken ayağınızın altında buluyorsunuz. Bir başka şey de oldukça yaygın olan alaturka tuvaletler ..
Cote D’azur’daki ilk günümüze Monaco-Monte Carlo gezisiyle başlıyoruz.



MONACO – MONTE CARLO

Monaco veya Monte Carlo olarak isimlendirebileceğim bu şehir devletinde, üstü açık tur otobüsleri için günlük bilet alıp, istediğiniz duraklarda inip binerek rahatlıkla şehri dolaşabilirsiniz. Biz arabamızı Opera binası ve Casino’nun olduğu meydandaki otoparka terk edip, otobüse bindik. Tepedeki saraya geldiğimizde indik. Sarayın çevresinde istemediğiniz kadar hediyelik mağazaları (standart F1 baskınlığı), cafe ve restoranlar yer alıyor. Biz bir hata yapıp nedense burasının asıl saray olmadığı algısına kapıldık ve kısa bir turdan sonra tekrar otobüse bindik. Biner binmez de evet orasının gerçekten Monaco Sarayı olduğunu algıladık. Sonuçta otobüsle bir tam tur yapıp kaldığımız yere geri döndük. Sarayın Grands Appartements denen bölümü ziyaretçilere açık. Ancak, biz çok hayal kırıklığına uğradık. Sadece Louie’nin birkaç versiyonunun tarzlarında döşenmiş birkaç odayı geziyorsunuz. Özellikle 14. Louie tarzına ve saraya merakınız yoksa olmazsa olmaz bir tur değil ama oraya kadar gitmişken içimizde kalmasın da diyebilirsiniz.

Sonrasında Opera-Casino meydanı; kızların nöbetleşe çocuklara bakarak sırayla, erkeklerin full time Casino’ya girmesi ve şansını denemesiyle devam ediyor günümüz. Biz Duygu’yla sırayla meydandaki parkta çocuklarla koştururken beyler de içerde kumar oynuyor. Casino biraz hayal kırıklığı yaratıyor aslında, o filmlerde gördüğümüz gibi görkemli, şaşalı değil pek. Bizim 5’er euroluk fişlerimize karşın binlerce euro’yla rulet oynayan dünya sosyetesi içerde elbette. Casino’ya giriş 10 euro; takım elbise zorunluluğu var diye biliyordum ama sanırım sadece şortla girilemiyor, onun dışında bizim sokak giysilerimiz sorun olmadı.
Sonra yine yollar ve Nice.. Genelde günlerimizi yollarda tamamladığımız için şehirlerin gece hayatını tam tadamıyoruz ama olsun..

Etiketler: , ,

Salı, Temmuz 13, 2010

GENOVA

Genova’ya vardığımızda gece oldukça geç bir saatti, şehri tam olarak göremesek de beklediğimizden çirkin bir şehirle karşılaştık.



Ertesi sabah planımız Portofino kıyılarına kendimizi atmak ve mümkünse denize girmekti. Ama sabah uyandığımızda gökyüzü ve şehir manzarası hayal kırıklığına uğrattı bizi. Sağanak yağış, kapalı bir hava.. Hemen resepsiyona atıp kendimizi ‘Acaba Portofino’da hava nasıldır’ diye sorduk ama “orası da buradan farklı değildir” yanıtıyla biraz daha çöktük. Zaten bundan sonra tatilimizin büyük kısmında internetten saat saat gideceğimiz her noktadaki hava durumunu takip etmeye başladık ama bizim takip etmemiz havanın yön değiştirmesini sağlamadı. Her gün, “tamam yarın daha güneyde bir yerde olacağız, orada kesin hava daha güzeldir” umuduyla uyuduk ve Güney Fransa sahillerine sanırım tarihlerindeki ilk sel felaketini getirdik.
Neyse, hala Portofino için umudumuzu yitirmeden yola koyuluyoruz. Yaklaşık 40 km’lik bir yol, otobandan gitmeyi tercih ediyoruz. Sahile indiğimiz ilk yer Santa Margarita.. Hadi henüz hava izin veriyorken az da olsa denize girelim diyoruz ve gördüğümüz ilk plaja atlıyoruz.. Amaaa, girişte kişi başı 23 Euro gibi bir ücretle karşılaşınca tereddüt ediyoruz. Denize bile girebileceğimiz şüpheliyken, sadece yarım saat için biraz fazla geliyor. Neyse deyip Portofino’ya devam ediyoruz. Portofino için bir blog’da rastladığım “Portofino dediğimiz yer zaten küçücük bir koy, 50 adım sağa 50 adım sola olmak üzere U şeklinde yaklaşık 150 adımlık bir koy.” Cümlesi zaten her şeyi anlatıyor. Ama o 150 adımlık koya bakmaya doyamıyoruz. Zaten limandaki ‘tekneler’ de ne kadar popüler olduğunun göstergesi.. (Bizi gezimiz boyunca takip edecek Ocean's Pearl'e selamlar - resimdeki gri tekne-)Bu küçük koyun tadını çıkardıktan sonra, sahildeki cafelerin birinde yemeğimizi yiyoruz ve bu noktada Cafe Excalsisor’un pizzalarını tavsiye etmeden geçemiyorum.


Daha aklımızda Cinque Terre olduğu için fazla da zaman kaybetmeden yine yollara vuruyoruz kendimizi.. Güneşin biraz kendini göstermesiyle, az önce girmeye teşebbüs ettiğimiz plajın kenarında kumlara yayılmış insanları görüyoruz. Evet, burası ‘halk plajıymış’ çocukları suya atıp, eni 10 mt, boyu 15 mt plaja yayılıyoruz, olsun suya ayağımız değiyor..
Yine sevgili Vito’muza atlayıp ver elini Cinque Terre.. (Yine bloglarda adına rastladığımız ve anlatılmakla bitmeyen 5 köyün oluşturduğu bölge) Tomtom’umuza ilk köyün adını girip yola çıkıyoruz ama dağlardan, patikalardan giden yol bir türlü bitmiyor. En son Levanto’ya geldiğimizde sevgili Tomtom’un bizi soktuğu patikanın sonunda karşımıza çıkan merdivenler maceramızı tamamlıyor. Binbir güçlükle arabayı geri geri çıkarıp ana yola dönüyoruz, uzaktan köyleri görüyoruz ama bir daha denemeye cesaretimiz kalmıyor. Biz de sahile atıyoruz kendimizi. Akşam güneşinde, geniş ve bomboş kumsalda şezlonglara serilip, çocukları yine kum ve kovalarıyla buluşturduktan sonra muhteşem manzaranın tadını çıkarıyoruz. (Tatilden döndükten sonra bulamadığımız Cinque Terre’nin fotoğraflarını görüp, kaçırdığımıza üzülüyoruz ama olsun, Levanto da bizim için yeterince keyifliydi). Deniz keyfinden sonra yine yemek arayışındayız. Bir balık restoranına giriyoruz. Onur’la ben hatalı bir tercihle avuç içi kadar gelen ızgara kılıç balığımıza hayıflanırken, Duygu’yla Özkan 2 kişilik olmasına karşın 6’ımızı da doyuracak büyüklükte deniz ürünleri risottoyla ziyafet çekiyorlar ve bize de işkence yapıyorlar. Cinque Terre şarabının tadına hiç birimiz doyamıyoruz ama akşamın o saatinde şarap arayacak gücü bulamıyoruz.
Hepimiz yorgunluktan bitmiş bir şekilde koltuklarımıza serilip, Genova’da otelimizin yolunu tutuyoruz ve ah Cinque Terre’ye bu kadar yaklaşıp nasıl bulamadık ve nasıl şarap almadan döndük hayıflanmasıyla kendimizi yatağa atıyoruz.



Vee Genova sabahı.. Yine bulutlardan kurtulabildiği sürelerde bizi kavuran güneşle birlikte Genova Antik Liman’a iniyoruz. Öncelikle tavsiye üzerine Akvaryum’a giriyoruz. Gerçekten, penguenden, yunusa, köpek balığından deniz atına her türlü deniz canlısını barındıran akvaryumda çocuklarla koşturuyoruz. Çıkışta Kristof Kolomb’un gemisinin fotoğrafını çekip, içini gezecek enerjiyi kendimizde bulamadan çocukları sahildeki çocuk parkına atıp, banklara seriliyoruz. Yine Antik Liman’daki kafelerden birinde yemeğimizi yedikten sonra son durağımız Nice’e doğru yola çıkıyoruz.
Genova – Nice yolu dünyada en fazla tünelden geçilen otoban sanırım. Genel olarak tüm Batı İtalya ve Güney Fransa tünellerden ibaret zaten. Yol üzerinde yine gelmişken görelim diye San Remo’ya sapıyoruz. Ama sanırım havanın da bu kadar kapalı ve gri olması nedeniyle aradığımız güzelliği pek bulamıyoruz. Sahilde biraz yürüdükten sonra Nice’e devam ediyoruz.

Etiketler: , , ,

MILANO


Cuma akşamı Milano’ya vardık. Programımızda 2 gece Milano’da konaklama vardı. İlk gün Milano’yu gezeriz, ertesi gün Como’ya gider oradan yola devam ederiz diye düşünmüştük ancak bunu planlarken haritaya bakmamıştık. Sadece zamanı optimal kullanmak açısından güneye geçecekseniz ilk gün Como’ya gitmek, ikinci gün Milano’dan devam etmek daha doğru bir seçim.

Milano’daki ilk günümüzü şehri gezmeye ayırıyoruz. Zaten en bilinen yeri Duomo Meydanı ve Katedral. Gerçekten görülmeye değer. Milano’da çok düzgün metro-tren ulaşım ağı var. Otelden aldığımız şehir ve metro haritasıyla, her yere rahatlıkla ulaştık. Genel olarak tüm tatil boyunca ilk düşündüğümüz konu park yeriydi. Tüm sözü geçen şehirlerde çok düzgün yönlendirmelerle park yerleri var. Eğer İstanbul’da araba kullanıyorsanız, park parası ödemeden de sığışabileceğiniz park yerleri bulabilirsiniz. Biz Milano’da arabayı otelin yakınındaki bir ara sokağa park ederek (bedavaya) şehri metroyla dolaştık.
Milano’ya dönersek, sabahtan Duomo Meydanı ve katedral gezildikten sonra hemen yanında Galleria alışveriş merkezini dolaşmak adetten.. Galleria dünyanın ilk alışveriş merkeziymiş. Meydandaki kafelerde dondurma yemek yine bu tatilin olmazsa olmazlarından.
Bizim için Duomo Katedrali, kötü kalpli cadının bağladığı kralın sarayıydı. Daha sonra meydanda heykeli olan asker komşu ülkenin kralına gidip ondan yardım istemiş. Yolda giderken karşılaştığı aslan (aslında aslan kılığına girmiş cadı) askere saldırmış. Asker de elindeki kılıcıyla aslanı yaralamış. Sonra komşu ülkenin yardımıyla kralı kurtarmışlar ve cadıyı yakalayıp şatonun en yüksek odasına hapsetmişler. Melekler de şatonun içinde sihirli mumlar yakmışlar ve bu mumlar yandığı sürece cadının kapalı olduğu odadan çıkamamasını sağlayan bir büyü yapmışlar. Şimdi de şatodaki kralın yardımcıları bu mumların sönmemesi için onları koruyorlarmış. Bu masal meydandaki heykelden, katedralin kapılarındaki binlerce resimden ve içindeki her bir köşede karşılaştığım ‘anne burada n’olmuş’ sorularına verdiğim yanıtlardan derlendi. İnanmazsanız resimler size anlatacaktır.

Duomo Meydanı ve katedrali gezerken yorulduysanız dilerseniz meydandaki güzel kafelerde yemekten sonra devam edebilirsiniz ya da meydandan yine metroyla Sferzesco Kalesi’ne ulaşabilirsiniz. Muazzam bir kale ve muhteşem bir bahçe. Bahçesinde dinlenebilir ya da çevresindeki meydandaki kafelerde de yemeğinizi yiyebilirsiniz. Biz gittiğimizde Milano Belediyesi’nin fuarı vardı, bütün itfaiye, polis, ilk yardım vb. departmanlar standlar kurmuşlar. Çocuklar için bulunmaz bir eğlence oldu. Artık Ekin ve Kuzey Milano İtfaiyesi’nin fahri üyesi :)


Zamanlamamızı kontrol edip akşamüstü bir de outlet görelim diye FoxTown’a doğru yola çıktık. Yaklaşık 1 saatlik yolculuktan sonra Fox Town’dayız, İsviçre sınırında (sınırı geçiyorsunuz) bir alışveriş merkezi. (Milano’ya yaklaşık 40 km). Bildiğiniz bütün büyük İtalyan markalarının outlet mağazaları yer alıyor. Ancak saat 19.00’da kapanıyor, zamanlamanızı ona göre ayarlamanız gerekecektir. Genel olarak İtalya ve Fransa’da 18.00-19.00 gibi bir çok yer kapanıyor.





İkinci gün Como Gölü’ne gidiyoruz.
Como Gölü, muazzam evleriyle, dağlara sırtını yaslamış gölün dinginliğiyle başınızı çevirdiğiniz her yerde ayrı bir güzellik sunuyor. Öncelikle, çocukları daha rahat yönlendirebilmek için onlara göl kenarındaki parkta koşturuyoruz, gönüllerini yapıyoruz. Sonra sahildeki teknelerle göl turuna çıkıyoruz. Yarım saatlik kısa motor turları ya da daha uzun mesafelere giden bizdeki deniz otobüsü mantığındaki tekneler tercih edilebilir. Biz kısa bir tur yaptık, sadece rehber İtalyanca konuştuğu için hiçbir şey anlamadık. İtalya’daki genel sorun İngilizce konuşmamaları. Bir şekilde anlaşıyoruz ama zor. Göl turundan sonra yemeğimizi yiyoruz (Bir önceki akşam Lugano’da yediğimiz yemeğin parasını çıkarmak için Carrefour’dan ekmek-peynir alıp yiyoruz) ve iyice yorulan çocukları arabalarına atıp uyutunca, göl kenarındaki bir kafede kahvemizi yudumluyoruz. Kahvenin ardında füniküler sistemle şehrin tepesine muhteşem manzarayı izlemeye çıkıyoruz.

Biz buradan Genova’ya devam edeceğimiz için akşama doğru yola koyuluyoruz.

Siz Como’da geçireceğiniz günün ardından eğer isterseniz (güne erken başlayabildiyseniz) bizim ilk günün akşamında gittiğimiz Lugano’ya geçebilirsiniz. Lugano İsviçre sınırında yine bir göl şehri. Akşam Lugano’da yine göl manzaralı şık bir yemek yenebilir (Kişi başı yaklaşık 30 Euro gibi) Lugano ya da Fox Town’a geçerken İsviçre Gümrüğü’nden geçiyorsunuz. Pasaport vb kontrol yoktu ama 30 Euro giriş bedeli var merak ederseniz.

Etiketler: , ,