Pazartesi, Eylül 13, 2010

GÖKÇEADA

Geleneksel olarak her yaz bir araya sıkıştırmaya çalıştığımız ada gezimizde bu sene rotamızı Bozcaada’dan Gökçeada’ya çevirdik. Yazın sürekli kesişen programlarla bir türlü gerçekleştiremediğimiz gezimize 20 Ağustos akşamı itibariyle başladık. İstanbul’dan gidiyorsanız, Gökçeada’ya Eceabat-Kabatepe’den feribotla geçiliyor. Çanakkale’den de deniz otobüsü ve feribot mevcut (bkz Gestaş). İnternette birçok yerde İstanbul-Kabatepe arası 350 km olarak belirtilmiş. Biz Ümraniye’den çıktık, yaklaşık 380 km’lik bir yol. İlk feribot (20 Ağustos’ta değişen tarifeyle) sabah 9.00’da. Yaklaşık 3,5 saatlik yol yapacağımızı hesaplayarak, gece 04.00 gibi evden çıkmayı planladık. Feribota önceden bilet alamadığınız için kalkış saatinden 1-2 saat önce orada olmak gerekiyor. Biz sabah 7.30’da vardık ama oldukça uzun bir kuyruk vardı. Limana gelince gördüğümüz Bulgar sörfçü akını şaşırttı önce bizi. Arabasının üstüne board’unu bağlayan Kabatepe’ye atmış gibiydi kendini. Feribotu beklerken kıyıdaki cafede bir şeyler atıştıralım dedik ve ilk darbeyi burada yedik. Kasadaki görevliye sadece “buradan mı gelip alıyoruz, yoksa siz masadan mı sipariş alıyorsunuz?” sorusunu gayri ihtiyari sorarken aldığımız “elimiz erirse getiririz” gibi bir yanıtla dışarıda bir masaya yöneldik, neyse elleri erdi ve tost ve çayımızla güne başladık.
Kabatepe’den Gökçeada’ya Feribotla yolculuk yaklaşık 1,5 saat sürüyor. Feribotlar oldukça geniş ve rahat. Adada Kuzu Limanı’na yanaşıyorlar.

Gökçeada planımızı yaparken daha önceden tavsiye pek alamadığımız için tamamen internet üzerinden ilerledik. Öncelikle ada coğrafi olarak oldukça büyük. Deniz kenarında konaklanabilecek tek mekan Kaleköy Limanı. Balık restaurantları da burada yer aldığından geceleri uğraşmamak için Kaleköy’ü tercih ediyoruz.
Feribottan indikten sonra önce pansiyonumuza yerleşip, Ekin’i de daha fazla üzmeden deniz kıyısına atıyoruz kendimizi. Çocukla olacağımız için tesisi olan plajları tercih etmeyi düşünüyoruz. En yakın ve popüler olan Aydıncık Koyu’na doğru yola çıkıyoruz. Koyda hem camping alanları hem de sörf okullarının tesisleri var. Yine daha önceki internet araştırmalarımıza dayanarak Şen Camping’i tercih ediyoruz. Şansımıza hava oldukça rüzgarlı. Tabii bu sörfçüler için belki iyi haber ama bizim keyfimizi biraz bölüyor. Karnımız acıktığında yine tesisin restoranına yöneliyoruz. Yemekler (ki burada en çok köfte bulacaksınız) ve salata oldukça lezzetli ama tahminimizin oldukça üzerinde gelen hesap şaşırtıyor bizi. Neyse, daha ilk yemeğimiz öğreniriz diyerek devam ediyoruz.
Gökçeada’ya gelişte en önemli hedeflerimizden biri Türkiye’nin en batı noktasından, çeşitli açılardan gün batımını izlemek. İlk günümüzde izleme noktası olarak Kaleköy’de mendireği seçiyoruz. Gün batımına geçmeden önce Gökçeada merkezin içinde kısa bir yürüyüş yapıyoruz ama biraz hayal kırıklığına uğruyoruz. Çok bakımsız, köhne görünüyor. Daha sonra Kaleköy’ün üst tarafındaki eski Rum köylerinden Bademli’ye çıkıyoruz. Köy yolları ve patikalar biraz zorlasa da tepede muhteşem bir manzara ve eski köy havası bizi bekliyor. Buradan Bademli Kalesi’ne geçiyoruz. Standart olarak Ekin burada babasıyla Rapunzel’i kuleden kurtarmaya çalışıyor. Ama rüzgar o kadar şiddetli ki ben daha fazla ayakta duramayacağımı fark edip arabaya geri dönüyorum. Sonrasında, Kaleköy limanı ve gün batımı.. Kaleköy’de yan yana birkaç küçük restoran var, pek birbirinden farklı değil. Sadece, adada 3 şubesi olan Son Vapur diğerlerine göre profesyonel görünüyor. Kaldığımız pansiyonun da restoranı olduğu için (Sahil Restoran) akşam yemeğini orada yemeği tercih ediyoruz. Denize karşı rakı balık keyfiyle ilk akşamımızı geçiriyoruz.

İkinci günümüzde adanın batı kıyılarına doğru uzanıyoruz. Planımız yol üstünde rum köylerine saparak önce köyleri gezmek arkasından yine kendimizi denize atmak.. Köyler zaten sıra sıra, önce Zeytinliköy’e uğruyoruz. Gerçekten Ege kıyılarından alışkın olduğumuz daracık sokakları, eski evleriyle muhteşem bir atmosfer. Zeytinliköy, zamanında adanın en canlı yerlerinden biriymiş, hala da en çok ziyaret edileni. Diğer köyleri de görünce zaten farkı anlıyorsunuz. Köy meydanın adanın ünlü dibek kahvesi, sakızlı dondurma ya da sakızlı muhallebisini tadabileceğiniz küçük kahveler var. Köyü dolaştıktan sonra meşhur Madam’ın Yeri’nde biz kahvemizi yudumluyoruz, Ekin de ‘ama ben sakızlı dondurma sevmem ki’ diye diye dondurmasını kaşıklıyor. Karnımız tok olduğu için yine adanın tadılası lezzetlerinde Çiçirya’yı bu seferlik atlayıp yola devam ediyoruz.
Zeytinliköy’den sonra rota olarak aslında durağımız Tepeköy. Ama akşam yemeğimizi Tepeköy’de Barba Yorgo’nun Tavernasında yemeyi planladığımız için onu atlayıp Dereköy’e geçiyoruz. Dereköy, çok fazla terk edilmiş havasında görünüyor. Biraz hayal kırıklığına uğrayıp yola devam ediyoruz.
Bu sefer denize girmek için adanın güney batı kıyılarındaki bakanlık tesislerine yöneliyoruz. Anne babamızın öğretmen kadrosundan Milli Eğitim Bakanlığı tesislerini tercih ediyoruz ama zaten kapıda kimse de kimlik sormuyor. Yan yana sıralanmış Adalet Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı oldukça güzel düzenlenmiş bahçeleri, sahildeki kafeteryasıyla bizim tüm günümüzü geçirebileceğimiz bir ortam sunuyor. Rüzgar kuzeyden estiği için burada deniz oldukça sakin ama rüzgarın şiddetini yine de hissediyoruz. Ekin’in çok isteyerek aldığı kurbağalı deniz yatağını Özkan’ın elinden kaçırması ve kurbağanın birkaç saniye içinde neredeyse Yunanistan kıyılarına ulaşması rüzgarın en büyük delili zaten. Akşam üstü rüzgar iyice şiddetleniyor. Kafeteryada çıkmadan birer tost yiyelim diyoruz ama rüzgarın masadaki tostları ve ayranları havalara savurmasıyla bu keyfimiz de biraz sekteye uğruyor.
Bu akşamki gün batımımız Türkiye’nin en batı ucu olan İnceburun’dan olacak. Ancak İnce burun adı üzerinden bir burun olduğundan güneş batarken tepelerin arkasında kalıyor. Biz de hemen birkaç yüz metre geriye Uğurlu limanına dönüp, limandaki kayalıkların üzerinden denize batırıyoruz güneşi.

Dönüş yolumuz üzerindeki Şirinköy’de birbirinin aynı modelde inşa edilmiş tek katlı bahçeli evler şaşırtıyor önce, nasıl bu kadar aynı olabilir, ne kadar düzenli diye düşünüyoruz. Nedenini şimdi fark ediyorum ki bu köy 2000 yılında Bulgaristan’dan gelen Türkler için yapılmış, sanıyorum bu nedenle bu kadar planlı olarak inşa edilmiş. Devamında yine birbirinin aynı yapıda geniş, terk edilmiş binaların arasına giriyoruz. Yine, bunlar da ne ola ki diye meraklanıyoruz. Sonunda dayanamayıp yolda karşılaştığımız birine soruyoruz. Burası da 1990 yılında kapatılan Gökçeada Yarı Açık Cezaevi’nden kalan binalarmış.

Akşam rüzgar iyice şiddetini arttırıyor. Daha önceki tatilimizden deneyimli olmamıza karşın yine uzun kollu bir şeyler getirmeyi atlamış olduğuma hayıflanıyorum. Barba Yorgo’nun yerini ararken kararan havanın ve köy yollarındaki belirsizliğin etkisiyle yanlış bir yola sapıyoruz. Neyse ki yol aslında bizi bir yandan da görmek istediğimiz Çınaraltı’na getiriyor. Asırlık çınarın altında ufak bir piknik alanı var, artık hava karardığı için manzarayı tam göremesek de tepeden Gökçeada’yı seyrediyoruz. Tekrar geriye dönüp Tepeköy’e ulaşmaya çalışıyoruz. Adanın yerel lezzetlerini denemeye geliyor sıra. Izgara keçi peyniri, melki mantarı ve tabii ki Barba Yorgo şarabı. Daha önce bloglardan okumuştum adadaki ev şaraplarının ne kadar içerseniz için baş ağrısı yapmadığını, gerçekten doğruymuş. Sahibi Yorgo’nun her masaya tek tek gidip sohbet etmesi, ilgisi burasının neden bu kadar ünlü olduğunu da biraz anlatıyor aslında.

Adadaki üçüncü günümüzde yine şiddetli kuzey rüzgarı adanın kuzey sahillerini görmemizi engelliyor, biz de sörf cenneti Kefaloz burnuna yöneliyoruz. Ama rüzgar arabadan inmemize bile izin vermiyor. Biz bu kadar rüzgarla boğuşamazken kite sörf yapan bir dolu insan havalarda keyifle uçuyor, taklalar atıyor. İnsan nasıl da özeniyor.
Neyse, bizim yerel lezzetleri tadım turumuz devam etmeli, yine Zeytinliköy’e uzanıyoruz, hedefimiz Çiçirya. Zeytinliköy’de bu sefer olağan dışı bir kalabalık var, köyün panayırıymış, Türkiye’den ve Yunanistan’dan bir sürü insan gelmiş. Biz de akşam panayıra katılalım diyoruz ama yabancıların girmesine izin vermiyorlarmış. Biz de tüm Çiçirya oklarının işaret ettiği Evstratia’nın yerine yöneliyoruz. Çiçiryalarımızla birlikte (ki kendisi keçi peynirli pide esasen) vişnada (ev yapımı vişne suyu) içiyoruz, gidecek herkese de tavsiye ediyoruz. Muhteşem manzarada bir sürü fotoğraf çekip yine Milli Eğitim Bakanlığı tesisleri yolunu tutuyoruz. Bu sefer direkt olarak gitmektense güney koylarını dolaşarak gidiyoruz. Ada gerçekten çok geniş bir coğrafyada. Rüzgara kapalı olan iç alanlar, vadiler yemyeşil ama sahiller oldukça çorak.
Yolumuzun üzerinde Laz Koyu var; deniz ve koy muhteşem görünüyor. Laz Koyu adının nereden gelmiş olabileceğini bulamıyoruz, onu da dönüşte öğreniyoruz. Yine adadaki bir çok köy gibi 1960’lardaki iskan projeleriyle Şahinkaya Köyü de Trabzon’daki Şahinkaya köyünün buraya taşınmasıyla oluşturulmuş. Köyün tarla alanı da bu koy tarafında yer aldığından adı Laz Koyu olmuş. Koyda yalnızca küçük bir büfe var, şemsiye konusunda tedarikli olmadığımız için denizi ve kumsalı ne kadar beğensek de Ekin’le rahat edemeyeceğimizi düşünüp devam ediyoruz.

Bu arada, tesislerin bulunduğu koyun ilerisinde kil yatakları varmış. Sahilde dolaşan baştan aşağı çamurla kaplı insanları merak edip yerini öğreniyoruz, az da olsa Ekin ve ben de çamura bulanıp kendimizi yeniliyoruz. Akşam güneşi burada batırıyoruz, zaten burasının manzarası da başka bir yeri aratmayacak kadar güzel.
Akşam yemeği için bu seferki tercihimiz et yemek. Adanın en önemli özelliğinden şimdiye kadar bahsetmedik.. Adanın her yerinde sürekli keçi sürüleriyle karşılaşıyorsunuz. Dağlar, tepeler, ağaçların üstü, yolların ortası… Her yerde keçi var. Bu kadar keçiye aslında daha fazla et yemeği olmasını beklerdik. Kaleköy’ün girişinde gördüğümüz Yörük Çadırı et yenebilecek en makul yer gibi görünüyor. Gerçekten de lezzeti oldukça başarılı. Sonunda ada hakkında daha detaylı bilgi alabileceğimiz birini buluyoruz, Çadırın sahibiyle sohbet ediyoruz ve kafamızdaki soruları soruyoruz. Aslında genel olarak tüm köyler iskanla oluşturulmuş, onlar da Isparta’dan gelmişler. Keçileri de soruyoruz bunlar başıboş mu, nasıl kontrol ediyorsunuz diye. Aslında herkesin sürüsü işaretliymiş, sene de bir kez hepsi toplanıp, sayılıp yünleri kırkılıp tekrar salınıyormuş.  Ada’daki son akşam yemeğimizi de burada yedikten sonra yine Kaleköy’de limandaki bir kafede ne zamandır özlediğimiz okey oynuyoruz ve günümüzü bitiriyoruz.

Sadece aklımızda kuzey rüzgarının bize bir türü yar etmediği Sualtı Milli parkı kalıyor, onu da bir sonraki gelişimize bırakıyoruz. Ertesi gün programımızda gelmişken görmeden geçemeyeceğimiz Gelibolu Yarımadası var.
Sonuç olarak;

o Gökçeada görülmeli

  • İlk geldiğinizde tepelerdeki çoraklık sizi yanıltmasın; adanın içi organik tarım cenneti
  • Gökçeada şehir merkezi de sizi yanıltmasın, güzellikler köylerde ve koylarda gizli
  • Mümkünse gitmeden önce hava ve rüzgar durumunu kontrol edin, hazırlıklı olun
o Ne yenir, ne içilir?

  • Kaleköy’deki restoranlarda balık ve deniz ürünleri
  • Yörük Çadırı’nda keçi (sezonda oğlak çevirme)
  • Barba Yorgo’nun tavernasında değişik mezeler ve şarap
  • Zeytinliköy’de Çiçirya yanında Vişnada; Dibek kahvesi, sakızlı dondurma, sakızlı muhallebi
  • Efibadem kurabiyesi (bildiğimiz un kurabiyesi aslında ama çok taze ve lezzetli)
  • Muhtelif yerlerde köfte
o Görülmesi gereken yerler diyerek kısıtlama yapmak istemem. Zaten birkaç günlüğüne gidiyorsanız adanın her yerini görebilirsiniz. Ama görmeden geçmeyin demek için;

  • Kefaloz Burnu’da, Tuz Gölü’nde, Aydıncık Koyu’nda sörf yapanları izleyin
  • Uğurlu’da güneşi batırın
  • Rum Köyleri, özellikle Zeytinliköy, Tepeköy, Yukarı Bademli Köyü
  • Eski cezaevi bölgesi
  • Denize girmek için, tesis isterseniz Yuvalı Plajı, Aydıncık Koyu, gerek yok derseniz Laz Koyu veya yolda keşfedeceğiniz küçük koylar.

Etiketler: , , , , , , ,

Çarşamba, Eylül 01, 2010

Kdz EREĞLİ – BÖLÜKLÜ YAYLASI

2010 yaz gezilerimiz eş durumundan memleketimiz Kdz. Ereğli ile devam ediyor. Ereğli; Karakavuz ve Gümeli köyleri zaten sıklıkla gittiğimiz yerler ama bu sefer Batı Karadeniz’in en yüksek noktalarından Bölüklü Yaylası’na çıkmak hedefindeyiz. 2 sene önce arkadaşlarımız ve çocuklarımızla Karakavuz’da yaşadığımız köy keyfini bu yaz yaylaya taşıyoruz.


4 aile olarak planladığımız gezimizde en istekli Çamcı ailesini çok üzülerek geride bırakarak Cuma akşamı parça parça yola çıkıyoruz. Biz Ereğli üzerinden Karakavuz’a çıkıp geceyi orada geçirip sabah yaylaya çıkmayı planlamıştık. Ama yaylaya Alaplı – Gümeli üzerinden daha kısa sürede ulaşılabiliyor.
İstanbul’dan Ereğli normal bir sürüşle 2,5 saat sürüyor. Ereğli’den sonra ilk durağımız Karakavuz, bu arada da yaklaşık 45 dakikalık bir mesafe var. Biz öncü kuvvet olarak gece yarısı Karakavuz’a varıyoruz. Sabaha kadar acaba geride kalanlar gelebilecek mi, yolu bulabilecekler mi, kesin geç kalacaklar gibi telaşlarla zaman geçirdikten sonra sabah saat 9.00’da ikinci grubumuzun da toplanma alanına varmasıyla rahatlıyoruz. Yaylaya çıkacağımız için iğneden ipliğe her türlü şeyi yanımızda götürmemiz gerekiyor. Yayla’da Tan denilen ahşap barakalar varmış, bunun dışında zaten hiçbir şey yok; elektrik, kap kacak, tüp vb her şeyi ve bizi misafir edecek dayı, yeğen, kuzen herkesi toplayıp arabalara dağıtarak yola çıkıyoruz. Zaten Özkan’ın memleketi olduğu için yabancı yerlerde değiliz.
Karakavuz ve Bölüklü arası yaklaşık 1,5 saat sürüyor, yol geleneksel festival dolayısıyla oldukça düzeltilmiş ama yine de ormanın içinde patika yollardan geçiyoruz. Altı yüksek bir araba ve ileri sürüş teknikleri gerektiriyor. Eşya ve insan dolu arabalarla uzun bir uğraştan sonra nihayet yaylaya varıyoruz. Gerçekten dağların ve ormanların arasında gizli bir cennet. Aslında 10 yıl önce çok daha güzelmiş anlatılanlara göre. Ama bir sene çok şiddetli yağmurlardan sonra heyelan olmuş ve dağın bir kısmı yaylaya akmış. Bu nedenle yemyeşil çimenlerin büyük bölümü dağılmış. Hala kahvaltı edememiş olmanın verdiği açlıkla herkes kahvaltı hazırlığına dalıyor. İstanbul’dan taşıdığımız paketli ürünlere köy peyniri, sucuğu, yumurtası, domatesi, salatalığı eşlik ediyor. Ama aklımız akşam yiyeceğimiz oğlakta tabii ki.
Ağaçların altına atılan şiltelere yayılmak suretiyle yayla keyfimiz başlıyor. Yaylada olmamıza karşın güneşe çıktığımız anda kavruluyoruz, neyse ki ağaçların gölgesi muhteşem bir serinlik yaratıyor. Keyfe henüz başlayamamış olan ev sahibimiz Özkan’ın daha otlaktaki sürüye gidip bize bir oğlak seçmek gibi ulvi bir görevi var. Çocukları zaten hiç görmüyoruz. Bir tatilde daha buluşan Ekin ve Kuzey balık tutmak hevesiyle kendilerini derenin sularına düşürüp durarak sürekli ıslanmak ve giysi değiştirmek suretiyle eğleniyorlar. Kuzenler Serap ve Buğra da abla ve abi olarak çocukların eğlencesini arttırıyor.
















Etlerin de gelmesiyle öğleden sonra yavaş yavaş yemek hazırlıkları başlıyor. Zaten gün boyunca sürekli bir şeyler atıştırdığımız için acıkmaya da fırsat bulamıyoruz pek. Akşam kurulan rakı sofrası ve keyifli muhabbet herkesin neşesini arttırıyor. Özkan’ın uyarılarıyla geceye hazırlıklıyız. Gece sıcaklık oldukça düşüyor, kazak, hırka türevleri bu gezi için gerekli. Başta dediğim gibi yaylada elektrik yok. Sefa abi araba aküsüne bağlanan bir jeneratör ayarlıyor, masanın üzerini aydınlatabiliyoruz. Biraz da çocukların uyku savaşlarıyla muhabbeti çok da uzatamıyoruz. Aynı odada 3 aile kalacağımız koğuşumuza çekiliyoruz. Gece ayrı bir eğlence; sırayla uyanan çocuklar; sabahın dört buçuğunda çalan saat alarmı gibi uykuyu bozan faktörler olsa da gecenin serinliğinde yaylada uyumak ayrı bir keyif.

Ertesi gün Bölüklü’nün biraz daha yukarısında bulunan Bacaklı Yaylası’na çıkmaya niyetleniyoruz. Ama bizim şehir arabalarımız yollara çok uymuyor. Birkaç badire atlattıktan sonra hem sinirleri hem de arabaları daha fazla yıpratmamak için geri dönüyoruz. Bölüklü’de biraz daha zaman geçirdikten sonra dönüş yoluna başlıyoruz.
Fındık dönemi olması itibariyle Karakavuz'da dayımızın bahçesinden yolluk fındıklarımızı toplayıp tozdan görünmeyen arabalara su tutup şehre dönüyoruz.

Etiketler: