Çarşamba, Ağustos 05, 2015

FİNLANDİYA - SUOMI

2014-2015 kışı uzun ve soğuk geçerken, soğuğa alışan bünyelerimizi yazın terletmeyelim dedik ve bu yaz rotayı kuzeye çevirdik. Biraz fazla kuzey oldu ama serin serin bir yaz tatilimiz oldu.

Sevgili Harbeck ailesinin ve Merketta'nın davetiyle Finlandiya yollarına koyulduk. 12 günlük bir seyahat planlamıştık, ana hedefimiz Finlandiya'nın sonsuz göllerinden birinin  kenarında, güzide bir şehir olan Kangasniemi'de Merketta'nın evinde bir hafta geçirmekti. Öncesindeki haftada da Helsinki ve civarında geziler planladık.  

Önce kısa bir bilgi vize alacaklar için. Finlandiya Konsolosluğu Ankara'da, dolayısıyla oradan vize başvurusu yapılıyor. Ancak, 2014 Kasım'dan itibaren bir süre için Avusturya Konsolosluğu ile anlaştıkları için İstanbul'dan da yetkili vize ofisleri aracılığıyla alınabiliyordu. 1 hafta gibi bir sürede vize çıkıyor.

Sonuç olarak, uçak biletlerimizi aldık, arabamızı kiraladık, Helsinki - Stockholm arası için feribot rezervasyonlarımızı yaptık ve bir Pazartesi günü düştük Helsinki yollarına. 2 çocuk, 12 günlük yurt dışı seyahat, hava durumunun nasıl olacağını kestiremediğimiz için hem yazlık hem kışlık doldurulmuş bavullar uçağımıza yerleştik (herkes bir bavul ve bir sırt çantası hakkını kullandı). 

Ve akşam üstü Helsinki'ye ulaştık. Havaalanından bu kadar eşyayla en rahat ulaşım taksi olduğu için taksiyle otelimize geldik ve Harbeck ailesiyle buluştuk. Otelimiz deniz kenarında Radisson Blue. Güzel, temiz, rahat bir otel. Bizim için sürpriz yanı da otelin geçmişte, Finlandiya'nın en büyük süt ürünleri üreticisi olan Valio firmasının üretim tesisi olmasıydı. Kaldığımız odalarda peynir yapılırmış zamanında. 

Helsinki çok büyük bir şehir değil, düz de olduğu için rahatlıkla yürüyerek dolaşabiliyorsunuz. Tabii biz bebek arabasıyla, olmayan Helsinki bayırlarını bulup tırmanmak zorunda kalmadık da değil. Yürümek istemezseniz tramway, otobüs gibi bir çok alternatif mevcut, biletleri araçların içinde alıyorsunuz. Yalnız, genel olarak pahalı bir ülke, ulaşım da aynı şekilde. Biz, ilk akşamdan eşyaları odaya atıp şehir turuna çıktık ve başladık yürümeye. Zaten tatilimizin ilk haftasını da mütemadiyen yürüyerek geçirdik. 

Bir kere şehir yeşil (zaten ilerleyen günlerde ülkenin ne kadar yeşil olduğunu doya doya göreceğiz), sürekli şehir parklarıyla karşılaşıyorsunuz. İlk akşam tek sorunumuz yemek bulamamaktı ama neyse ki Türk dostlarımız kebap lezzetimizi dünyanın dört köşesine taşımışlardı. Tren istasyonunda bulduğumuz gayet güzel bir Türk restoranında pizzamızı yedik. 

Helsinki'de gezilecek bir kaç belli başlı nokta var. Biz üç çocukla olduğumuzdan müzeleri gezemeyeceğimiz için açık hava müzelerini tercih ettik.

Salı gününe başlangıç noktamız Seurasaari. (Bundan sonrası için not; Saari ada demek, yer isimlerinde göreceğiz)




Helsinki'ye bir köprü ile bağlı, açık hava müzesi olarak düzenlenmiş küçük bir ada. Sabah ilk iş buraya geliyoruz, gezimizin en başında Serpil'den aldığımız bilgiyle 12 gün boyunca bol bol yiyeceğimiz dondurmaların ilkine başlıyoruz. Dondurma hayatın her yerinde, her köşe başında. Fiyat bir top 3,5 euro ama bir top bizdeki üç topa bedel. En beğenilen ve tavsiye edebileceğim çeşit geleneksel vanilya ve çikolata. Tabii ben gördüğüm bütün değişik lezzetleri denemeye çalıştım. Köprünün hemen başındaki dondurmacı saat 10.00'da açılıyor, sırada ilk biz varız, dondurmalarımızı alıp döndüğümüzde bakıyoruz ki kuyruk uzamışşş gitmiş.


İlk günümüzde şanslıyız, Finlandiya en soğuk yazını geçiriyor olsa da bugün güneşi yakalıyoruz. Ancak, hep lahana modeliyiz. Sırt çantamızda polar, şemsiye, kazak yedekli. Bizim kaldığımız süre boyunca hava 18-19 derece idi ki serin bir hava. Ancak güneş çıktığında yakıcı oluyor, en fazla 22-23 dereceye ulaşan hava sıcaklığı zaten bizdeki yaz sıcağı oluyor.


Seurasaari'de başlıyoruz yürümeye... Ada, köy evleri, kilisesi, kayıkları ile Finlandiya'nın geleneksel yaşantısını anlatan bir açık hava müzesi. Bilet alarak içeride müzeye dönüştürülmüş, eski dönemlerdeki yaşamları anlatacak şekilde düzenlenmiş evlerin içine de girip gezebiliyorsunuz, biz çok tercih etmedik. Zaten atmosfer yeterince o dünyayı yansıtıyordu. Yürürken sincaplar etrafınızda atlıyor, hatta elinizle besleyebiliyorsunuz. Çocuklar için çok keyifli bir eğlence oluyor. Tabii onlar için günün en keyifli anı, güneşin bize gülümsediği bir anda bulduğumuz bir koyda üstte başta ne varsa çıkarıp ördeklerin arasında, soğuk sularda koşturmak oluyor. Tabii burada bizim Finlandiya vizesi almamızda büyük katkıları olan, Joonas ve ailesiyle de buluştuğumuzu, gezimizde ara ara bizim kızlara arkadaşlık edecek güzel oğulları Lukas ve Samuel ile tanıştığımızı da eklemek gerek. 




Seurasaari'de piknik keyfimizi de yapıp yürümeye devam ediyoruz ve ada turumuzu tamamlıyoruz. Ada biraz şehir dışında olduğu için otobüsle gidilip geliniyor. Ada turunda sonra başlıyoruz Helsinki sokaklarını arşınlamaya. Ara ara parklarda çocuklara oyun keyfi, bolca sokaklarda yürüme. Sonuç, Market Place, liman. Yine dondurmalarımızı alıp sokaklara seriliyoruz. Bir uyarı, martılara dikkat, dondurmanızı kapabiliyorlar. Burada kurulan pazarda hem yerel sebze ve meyveler ki başta çeşit çeşit berry'ler ve hediyelik eşyalar bulabiliyorsunuz. Sonrası, final yine bir Türk restoranında pizzayla karın doyurma.

Yine bir ara not, Finlandiya Hükümeti 2009'da bir kararla internet erişiminin herkesin hakkı olduğu sonucuna varmış ve bütün kamuya açık alanlarda ücretsiz wi-fi erişimi sağlamış. Kamu binaları ile birlikte kafe ve restoranların hepsinde wi-fi bulabiliyorsunuz.



Çarşamba günü yine bir ada gezisi var planımızda: Suomenlinna (yine not Suomi, Finlandiya'nın Fince'deki adı. Suomenlinna Finlandiya Kalesi gibi oluyor ki şehrin girişindeki bu adada Finlandiya'nın geçmişteki askeri üssü bulunuyor. Kale, sığınaklar, cephanelik vb)


Bu sefer oldukça rüzgarlı ve yağmurlu bir güne uyanıyoruz ama tabii ki bu bizi durdurmuyor. Limandan vapurla adaya geçiyoruz.





Hava el verdiğince adayı dolaşmaya çalışıyoruz. Belirttiğimiz gibi ada askeri üs olduğu için için surlarla ve toplarla çevrili; bir de denizaltı var. Askeri müze bulunuyor burada da Finlandiya'nın tüm savaş geçmişini görebiliyorsunuz ki sürekli bir savaş halinde olan ülke 1809'a kadar İsveç hakimiyetinde kalmış, daha sonra Rusya'ya bağlı özerk bir Çarlık olmuş, 1917'de de bağımsızlığına kavuşmuş. Ancak 2. Dünya Savaşı sırasında önce Sovyetler sonra Almanya ile ağır savaşlar yaşamış. Yıl yıl bu geçmişi müzede yaşayabiliyorsunuz.

Ve Çarşamba akşamı bizi Stockholm'e götürecek Silja Line feribotuna yerleşiyoruz. Helsinki'den Stockholm ve Talin'e cruise gemileriyle seyahat edebiliyorsunuz, biz Stockholm'ü tercih ettik. 2 günlük bir seyahat; geceleri 16 saat kadar bir yolculuğu gemide-denizde geçiriyorsunuz. Akşam 17.00'de Helsinki'den kalkan gemi sabah 10.00 gibi Stockholm'e varıyor (arada 1 saat zaman farkı var); 7 saat kadar şehirde geçirdikten sonra yine 17.00'de gemiye binip Helsinki'ye dönüyorsunuz. Aşağıdaki resimlerde de göreceğiniz gibi her yer kayalık, irili ufaklı adalar. Bu daracık boğazdan geminin nasıl geçtiğine şaşırıyoruz. 




Buraya kadar bahsetmediğimiz, olayın güzel yanı havanın kararmaması. Saat 16.00-17.00 gibi aslında genelde en güzel ve sıcak saatler oluyor. Güneş -biz oradayken- 22.30 gibi batıyordu, ama battıktan sonra da güzel bir alacakaranlık hala devam ediyor. Dolayısıyla saatin kaç olduğunu genel olarak fark etmiyorsunuz, gün siz yorgunluktan bayılana kadar bitmiyor.

Feribot, cruise gemisi olduğu için güzel bir otel konforunda. İçinde çeşit çeşit restoranları, oyun alanları, şovların yapıldığı sahnesi, terasta jakuzileri var. Bir de duty free mağazası var ki genel olarak pahalı olan Finlandiya'da içki daha da pahalı olduğu için gemiden alışveriş yapmak oldukça avantajlı. Çocuklar hem gösterilerde hem çocuk oyun alanlarında oldukça keyifli vakit geçiriyor. Bizim kamaramız en alt katta ve odalar tabii ki oldukça küçük (geminin 12 katlı olduğunu belirtmek gerekir). Dolayısıyla ilk gece tahmin etmediğim şekilde bir klostrofobi yaşıyorum; üzerimde 12 katla suyun altında uyumaya çalıştığımı düşünerek. Sonra durumu kanıksıyorum. Zaten yorgunluktan kimsenin gözü bir şey görmüyor.

Gemide akşam yemeği ve sabah kahvaltısı ön ödemeli olarak pakete dahil edilip alınabiliyor, açık büfe bu şekilde avantajlı oluyor. Aman dikkat, deniz ürünleri ve tuzlu tereyağları çok lezzetli, mide fesatı biz geçirdik, başkalarının canı yanmasın. 

Sabah Stockholm'de uyanıyoruz. Silja Line biraz şehir dışına yanaşıyor, buradan otobüslerle şehir merkezine ulaşabiliyorsunuz. Diğer alternatif Viking Line, şehrin içindeki limana yanaşıyor ama biraz daha küçük bir gemi. Biz Silja Line'i tercih ettik, gemiden inince atlıyoruz otobüse, ver elini Stockholm, Vasa Museo. Yine kapalı ve yağmurlu bir sabah ama keyifler yerinde. 

Vasa Müzesi, adını içindeki Vasa gemisinden alıyor. 1650'de batan Vasa suyun altından çıkarılmış ve neredeyse üzerine bir müze inşa edilmiş. Gemiyi tüm haliyle burada görebiliyorsunuz. Filmlerde gördüğümüz korsan gemilerinin gerçeği karşımızda. Yaklaşık 2 saatlik bir turla müzeyi dolaşıyoruz. Denizden çıkan gemici iskeletlerinden, o zamanki yaşamı anlatan heykellere, dolu dolu bir müze.

Müzeden sonra istikamet Old Town. Biraz yürüyerek sahile ulaşıyoruz, oradan şehir hatları vapuruyla eski şehre geçiyoruz ki tüm dünya burada. (Bu arada Abba Müzesi'nin de önünden geçiyoruz  ama ciddi bir kuyruk var ancak dışarıdan fotoğrafını çekip ilerliyoruz. Bir de iskelede muazzam bir lunapark var, çocukların içi gidiyor ama maalesef zaman kısıtımızdan uğrayamıyoruz.)




Daracık sokaklar, arnavut kaldırımı yollar, renkli binalar... Resimlerde gördüğümüz Stockholm burası. Yine dondurmalar elimizde, yağmurluklar üzerimizde, çocuklar kah Özkan'ın sırtında, kah pusette dar sokakları turluyoruz.
Kalabalık ve yollar zaten sizi sürüklüyor, kiliseler, meydanlar (ki Nobel Müzesi de burada), kafeler, mağazalar... Burasının ruhu gerçekten hissedilmeli. Büyük kilisenin içindeki heykeller ve süslemeler görülmeye değer. Krallık sarayı da burada, bahçesinden şöyle bir el sallayıp bizi gemiye ulaştıracak otobüsü bulmaya gidiyoruz. Otobüs içinden bilet alınamadığı ve biz de bunu bilmediğimiz için beyler bilet bulmak için Stockholm sokaklarında bir depar daha atıyorlar biz durakta beklerken. Heyecanlı ve stresli bir koşturmadan sonra neyse ki gemiyi zamanında yakalıyoruz.


Yine bir gemi gecesi. Güzel yemekler, gösteriler, terasta denize ve şehre karşı yudumlanan içkiler... Sabah Helsinki bizi bekler.

Tatilimizin bundan sonraki bölümü için araba kiralamıştık. Arabamızı teslim alıyor ve yine düşüyoruz yollara. Son hedefimiz ev sahibimizin memleketi Kangasniemi, biraz daha kuzeyde, göl kenarında bir kent. Oraya gitmeden önce son bir turistik gezi için Porvoo'ya uğruyoruz. Porvoo, Finlandiya'nın en eski ikinci kentiymiş; 13. yy'a kadar uzanan bir tarihi var. Sokaklar, evler, kilise hep tarihi anlatıyor. Çoğu hediyelik ürün mağazasına veya kafeye dönüşmüş binalardan gözlerimizi alamıyoruz. Yürüyerek şehri dolaşıyoruz, bir kafede yine çocuklar dondurmalarına biz kahvelerimize kavuşuyoruz ve atmosferin keyfini çıkarıyoruz. 





Porvoo turumuzu da tamamlayıp heyecanla düşüyoruz Kangasniemi yollarına. Sağ yanımız orman, sol yanımız orman, ara ara göller, üzerimizde de bol bulutlu gökyüzü. Kangasniemi, Helsinki'den yaklaşık 3 saat uzaklıkta. Trafik hatta pek araba olmadığını düşündüğümüz Finlandiya'da otobanda oldukça yoğun bir trafikle karşılaşıyoruz. Günlerden Cuma olduğu için yazlıklarına giden insanların yoğunluğu. Bu arada, trafik kurallarına uymak çok kritik, hiç affetmiyorlar, cezalar oldukça yüksek, bir de değişik bir uygulama olarak trafik cezası kişinin gelir durumuna göre belirleniyor. Polis ceza kestiğinde sizin kimlik bilgilerinizden kazancınızı görüyor, ona göre belli oranlarda ceza kesiyor. Hatta üst düzey bir Nokia yöneticisinin böyle bir durumda 300 bin Euro ceza ödediğini anlatıyorlar. Karşılaştığımız herkes, aman dikkat, bütün tabelalara uyun diye bizi uyarıyor.

Ve Kangasniemi... 5-6 bin nüfuslu, bize göre bir sayfiye kasabası. İçine girer girmez sakinliği ve huzuru hissediyorsunuz. Zaten şehirde polis bile yok, gerek duymuyorlar. Evimiz göl kenarında, önümüzde sadece bahçe ve uzayıp giden bir göl var. Niemi, yarım ada anlamına geliyor, Kangasniemi Kangas Yarımadası, Kangas'ın anlamına ilişkin de çeşitli rivayetler var. Yer isimlerinde genel olarak doğal yapılar baz alınmış.

Cumartesi için planımız, hep duyduğumuz, merak içinde beklediğimiz adaya gitmek. Tüm ailenin toplandığı bir ada günü planlanıyor, çeşitli şehirlerden ailenin bireyleri toplanıyor. Güzel bir güne hazırlık yapıyoruz. Ada, genişçe bir ev büyüklüğünde, ailenin bireyleri için üç tane kulübe var. Elektrik yok, su yok ama sauna var, göl var, huzur var. Bu arada sürekli yemek yiyoruz, neredeyse iki saatte bir elimizde yiyecek bir şeyler. Ekmekler çok güzel, kahvaltıda bol ekmek, tereyağı, peynir tıka basa doyarken 2 saat sonra Eila'nın ev yapımı yaban mersini payı, kabaklı keki, pulla'sı ve tabii ki bunların üzerinde bol bol krema ve dondurması tatil sonunda bize 3 kilo olarak geri dönüyor. Neyse, tatildeyiz, yiyeceğiz içeceğiz. Finlandiya'da genel olarak patates en revaçta sebzemiz. Her yemekte, 8 kişi 2 kilo patates ve üzerine tereyağı tüketiyoruz. Patates gibi ağırlıklı olarak kök sebzeler bulunuyor. Yemeklerimiz genel olarak et, yanına haşlanmış sebzeler. Sağlıklı gibi görünse de yediğimiz tereyağı ve kremanın haddi hesabı yok. 
Gelelim ada maceralarımıza, buradaki en büyük keyif tabii ki sauna ve göl. Hava 18-19 derece, şanslıyız bugün güneşli. 




Ve günün en keyifli anı, sauna hazırlanıyor, ısıtılıyor. Erkekler ve kadınlar ayrı ayrı saunaya giriyorlar, çünkü buranın ritueli saunaya ve göle çıplak girmek. Saunada 80 dereceye ısındıktan sonra gölün buz gibi - gerçek anlamda buz gibi- sularına atlıyoruz. İlk deneme çok zorlu geçiyor ama ikinciden sonra gölden çıkmak istemiyoruz. Soğuk, sakin sularda hiçbir şey düşünmeden yüzmek tüm yorgunluğumuzu, gerginliğimizi alıyor. Çocuklar için de inanılmaz bir deneyim ve keyif oluyor. Vücudu şoka sokmadan tadında bırakıp çıkıyoruz ve yemeye kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bu sefer gelsin odun ateşinde, sacda pişen krepler. Çeşit çeşit berry reçelleri ve kremayla tatlandırılmış enfes krepler.
Saatlerimize göre akşam, güneşe göre öğleden sonra saatlerinde eve dönme vakti geliyor. Hava kararmadığı için çocukları yatağa göndermek zor tabii ama bu kadar yorgunluktan sonra yatağa yattıkları anda 30 saniyeyi bulmuyor uyumaları.

Etiketler: , , , , , , ,

Salı, Kasım 13, 2012

DISNEYLAND PARIS


Her şey bir sabah Özlem'in "uçak biletlerinde kampanya var, Kasım ayında Paris'e gidelim, kızları da Disneyland'e götürürüz" demesiyle başladı. Biletleri aldığımızda aylardan Nisan'dı ve ben 6 aylık hamileydim. Böylece doğmamış çocuğumuzla birlikte Paris planımıza başladık.
Zamanın nasıl geçtiğini hiç anlamadan, gözümüzü açtığımızda Kasım ayı gelmişti. Her ne kadar planımızı erken yapalım, otellerimizi ayarlayalım diye düşünsek de 7 aylık planlama süremizin sonuna kaldı her şey.. Hatta Çamcı ailesinin vizesi son gün alınabildi ancak.. Neyse, sonuçta 2 aile 2 çocuk ve bir 3 aylık bebekle düştük Paris yollarına.. Gittik, gezdik, eğlendik, şimdi deneyimlerimizi paylaşmaya geldi sıra.
Planımız 2 gece Disneyland, 2 gece Paris'ti, 4 gece 5 günlük bir tur.
Disneyland'e gidilecekse içerdeki otelleri tercih etmek mantıklı, özellikle küçük çocuklu iseniz. Park içinde 2 -3-4-5 yıldızlı seçenekler var. Bu otellerde kaldığınızda park giriş biletleri ve içerde çok işinize yarayacak fast-pass biletlerini de alıyorsunuz. (Dışarıda bir otelde kaldığınızda giriş biletiyle birlikte fast pass leri ekstra alabiliyorsunuz sanırım). Biz 3 yıldızlı Sequoia Lodge'ta kaldık; sekoya ağaçları içinde, Disney gölü kenarında. Havanın biraz soğuk olması ve çocuklar nedeniyle biz shutlle ile park alanına gitmeyi tercih ettik ama yürüyerek de gidilebiliyor, yaklaşık 10 dk lık yürüme mesafesinde. Otelden biz memnunduk, bizim gittiğimiz hafta noel hazırlıkları ve süslemeleri de başladığından ortam çok güzeldi. Otelde kahvaltı için check-in sırasında randevu kartları veriyorlar, o saatlerde kahvaltıya iniyorsunuz. Dönem tabii ki önemli ama anladığım kadarıyla Disneyland her daim kalabalık.
Bizim gittiğimiz dönem nispeten az yoğun bir dönemdi ama yine de fransızların bir tatiline denk getirmişiz. Özellikle Cuma günü parkta insan akını vardı.
Disneyland'de 2 ana alan var, Parc Disney ve Disney Studios. Disneyland Hotel'den geçince Main Street'e geliyorsunuz, burası mağazaların, kafelerin olduğu alan. Sonrasında park 4 alandan oluşuyor, Frontierland, Adventureland, Fantasyland, Discoveryland. İsimlerinden de anlaşılacağı gibi her birinin farklı bir konsepti var. Main Street'ten trene binerek tüm parkı dolaşıp keşif yapabilirsiniz (biz yapamadık).
Frontierland, daha çok western konseptinde, altın madenleri, Pocahontas köyü gibi.. Adventureland'te ise Indiana Jones, Karayip Korsanları gibi aksiyonlar var. Fantasyland masal diyarı, Uyuyan Güzel'in sarayı ile başlıyor, Pamuk Prenses, Peter Pan, Pinokyo vb devam ediyor. Discoveryland uzay ve bilim konseptli. Park ilk önce gözünüzde çok büyüse de alışında ve ara yolları keşfedince aslında mesafeler hiç de fazla değil, tabii doğru planlamak da önemli.
İlk gün öğleden sonra parka vardık ve acemiliklerimizle aslında zamanı çok efektif kullanamadık ama 2.gün itibariyle deneyim kazandık. Aslında 3 gün park için oldukça yeterli. Bir kaç önemli nokta, hafta sonu, Fransa-İngiltere okul tatilleri, yılbaşı dönemi vb uzak durmak gerek, biz gittiğimizde bile bazı yerlerde kuyruklar 70-90 dakikalardaydı, yazın 4 saatlere kadar çıktığını duyduk. Dİğer nokta, girişten mutlaka harita ve program alın. Biz 2. gün unutmuşuz biraz başımız döndü, programdan da show saatlerini takip edebilirsiniz ki biz çoğunu bilmiyorduk göremedik.
Park bizim gittiğimiz dönemde 10.00-21.00 arası açıktı. Ama her gün dönüşümlü olarak park veya stüdyo kısmı otel müşterileri için erken açılıyor. Yani 08.00-10.00 arası sadece otel müşterileri girebiliyor ki bu da önemli bir avantaj sağlıyor.
İlk gün dediğim gibi özellikle bizim için biraz bocalamayla geçti, bebekle tam nerede ne yapacağımızı bilemedik. Kızlarla Uyuyan Güzel'in sarayını gezdik, Alice'in labirentinde dolaştık, Mickey'le tanışmak için beklerken Defne'yle ben gruptan ayrılmak zorunda kaldık. Neyse ki Ekin ve Maya Mickey'le tanışabildi. Sonrası ben, Defne ve Özkan için biraz kaos olurken, Ekin, Maya, Özlem ve Engin biraz daha ortalığı dolaştılar. Sonrasında biraz da yemek için süründük. Park alanında doğru dürüst yemek bulunmıyor, genelde fast food (sosisli ve bazen bir iki çeşit sandviç). Aslında içerde restoranlar da var ama çoğunda menü yine hamburger-sosisliden öteye gitmiyor, gidenlerde inanılmaz bir kuyruk veya yüksek fiyatlar engel oluyor. Neyse sonuçta Dev sosislilerimizle karnımızı doyurduk. Biraz daha dolaşıp otele döndük, şöminenin başında (tam başı olamadı ama kıyısı da iyiydi) bir şeyler içerken 20. yıl kutlamalarının başlayacağını duyup dışarı attık kendimizi. Otel göl kenarında olduğu için gösterileri otel balkonundan da rahatlıkla izleyebildik, havai fişek, ışık ve ses gösterileri muhteşemdi. Ama o kadar yorgunduk ki Ekin Özkan'ın sırtında, Defne benim kucağımda uyuya kalınca erken erken odamıza çıktık.
İkinci günümüzde Stüdyo bölümü erken açıldığı için oradan başladık.. Biz çocuklarla otelden toparlanıp çıkana kadar yine neredeyse normal saati bulduk ama yine de avantajlı bir saatte girebildik içeri. Yine tam ne yapacağımızı bilemez bir şekilde dolaşırken gördüğümüz bir kuyruğa takıldık, kuyruk varsa iyi bir şeydir diye. Nitekim Crush'n Coaster kuyruğuymuş (Kayıp Balık Nemo konseptli roller coaster). Adını çok duymuştuk gitmeden ama genelde çok korkutucu olduğunu düşünüyorduk. Yine de çocuklarla girdik, Özkan'la Defne'yi bırakıp. Özlem'le birbirimize bakıp bakıp korksak da aslında oldukça eğlenceliydi. Biz kızlardan çok daha fazla korktuk aslında ama bir o kadar da eğlendik. Biz içerdeyken Özkan Rock'n Roller Coaster için fast pass almış ki aslında planlama bu aşamada başlamış oldu. Bundan sonra fast-passlerle oldukça kolaylaştırdık işi ve parktan keyif almaya başladık. Biz kızlarla paraşüt yaparken Engin ve Özkan Rock'n Roller Coaster'da oldukça eğlenceli zaman geçirmişler ki hatta 2 kere binmişlerdi. Özlem'le beni de ikna ettiler ve binbir duayla ilk roller coaster maceramızı yaşadık ki muhteşemdi. Sonrasında bütün aksiyonlar sırayla denendi, biz kızlarla onların eğlenecekleri şeylere bakarken beyler aksiyonları denedi, sonra biz aksiyonları yaparken onlar kızlarla takıldı gibi.. İkinci günün tamamını Stüdyolarda geçirdik ki hala yapamadığımız şeyler kaldı ama saat 17.00'de geçit töreni başlayacağı için kızları Park kısmına götürmemiz daha önemliydi. En sonda zaten yapılması gerekenler sıralamamızda en eğlenceli aktiviteleri sıralayacağız.
Park bölümündeki geçit töreni (tüm karakterlerin sokaklardan geçtiği, tam Disney ruhunu yansıtan bir geçit) sonrasında yemek için bu defa park çıkışında gördüğümüz Planet Hollywood'a gitmeyi planlamıştık ama pusetlerle merdivenler gözümüzü korkuttu. Hemen yanındaki Anette's i tercih ettik. Dediğim gibi her yer fast food, burada salata gibi seçenekler de vardı. Yemekleri oldukça başarılıydı, tabii her yere arkamızdan bereket götürdüğümüz gibi bizden sonra kuyruk uzunlukları sürekli artıyordu.
Üçüncü günümüzde de bu sefer Parc bölümü için ekstra saat olduğundan programa oradan başladık. Ancak planımızı bozan, tüm oyuncakların bu saatte açılmamasıydı. Park 2 saat erken açılıyor ama içerde tüm oyuncaklar açılmıyor. Bu sefer Discoveryland kısmından başlayıp yine fast-pass organizasyonlarıyla günü tamamladık. Artık kestirme yolları da bildiğimizden oyuncaklar arası geçişlerimiz de oldukça hızlanmıştı. Tek atladığımız Princess Pavillon'du, kızları prenseslerle tanıştıracaktık ama ilk gittiğimizde 70 dk sıra vardı (tüm oyuncakların önünde bekleme süreleri yazıyor) ikinci gittiğimizde ise kapanmıştı. Ama yine de prenseslerle tam kapıdan çıkarlarken karşılaştığımızdan  kızlar için yine de güzel oldu. Gün boyunca karakterler belli alanlarda oluyor ve fotoğraf çektirebiliyorsunuz.

Sonuç olarak, Disneyland için faydalı olabileceğini düşündüğüm bir kaç bilgiyi paylaşayım:
* Kesinlikle girişte bir program ve harita alın; yaş- çocuk- ilgi alanı vb göre plan yapıp hareket edin
* Fast-pass'lerinizi kullanın (oyuncakların yanında kartınızı okutup randevu alıyorsunuz, o saatte geldiğinizde sıra beklemeden kullanabiliyorsunuz). Ancak bir oyuncakta süreniz dolmadan bir başkası için kullanamıyorsunuz, dolayısıyla bir yerde kullanıp daha az sıra olan başka bir yerde sıra bekleyebilirsiniz.
* Sıralar oldukça uzun, biz ki nispeten az yoğun bir dönemde gittik, bazı popüler yerlerde 70-90 dk sıralar vardı (inanın beklenmez)
* Bebeğiniz varsa girişlerdeki baby care alanları oldukça konforlu, bez-mama vb takviyesi de yapabiliyorsunuz
Biz 3 aylık bebekle ne yaparız derken 1 aylık bebekle gelenler bile vardı, biz cefakar Anadolu kadını deriz ama boy boy çocuklarıyla rahat rahat gezen Avrupalı kadınların da hakkını vermek lazım.
* Yemek için fazla bir şey beklemeyin, içerde hep fast-food var, sandviç vb fiyatları uygun ama restoranlar pahalı.  Çocuk, çanta sayısı ve taşıma kapasitesine göre yanınıza atıştırmalıklar, termos, çay vb alabilirsiniz. Restoranlarda rezervasyon yaptırmak gerekiyor, fiyatlar da oldukça yüksek (bir kişi 20-30 euro)
* Çocuklar için puset faydalı, götürmezseniz oradan da kiralabiliyorsunuz. Bütün gün yürüdüğünüz ve sıra beklediğiniz için çocuklar yoruluyorlar. Her yerde puset park alanları var, oyuncağa binerken bırakıp çıkışta alıyorsunuz, merak etmeyin çok güvenli.
* Oyuncaklarda boy sınırları var, biz sınır tutmayanlar dışında çocukları bizimle beraber çoğu şeye bindirdik. Roller coasterlarda bizden daha az korktular ve bunun daha hızlısı yok mu demeye başladılar (5 yaşındalar)
* Ben ki gitmeden önce 'yok canım ben roller coaster'a binmem, Defne'yle beklerim' diyordum ama buradakiler gerçekten çok zevkli, biraz da sanırım Disney olduğu için güveniyorsunuz, daha rahat oluyor. Genelde diğer bloglarda sakın binmeyin, çok korkunç diye yorumlananlar bile bence oldukça zevkliydi. Zaten, siz 'lanet olsun nerden bindim, çıkarın beni buradan' cümlesini kurana kadar bitmiş oluyor :)

Oyuncaklar hakkında fikirler;
1. Indiana Jones - Roller Coaster, muhteşem, en beğendiğim.. 140 cm boy sınırı olduğu için ve genelde insanlar çocuklu olduğu için sanırım daha az sıra oluyor.
2. Thunder Mountain - Roller Coaster, Kızlar bayıldı
3. Space Mountain - 132 cm boy sınırı var, bence süper
4. Rock'n Roller Coaster - Aerosmith konseptli, süper
5. Hollywood Hotel - Muhteşem, 2 kere bindim kesmedi.. Bir asansörle hotelin en tepesine çıkıp aşağı düşüyorsunuz. Genelde herkes binmeyin diye yazmış ama belki düşme fobisi falan olabilir. Senaryo ve konsept harika. Boy sınırı yok, bayılan çocuklar da gördüm, ağlayarak çıkan da ama bence çocuklar binmemeli.
6. Crush'n Coaster , çok bayılmadım ama güzel. Kaplumbağa kabuğu gibi arabalara biniyorsunuz hem kendi etrafında dönüyor hem raylarda gidiyor. Kızlarla bindik, biz daha çok korktuk onlar tınmadı.
7. Toy Story paraşüt  - Güzel ama çok gereksiz uzun süre sıra bekledik; kızlarla bindik eğlendiler
8. Buzz Light Year - Ben görmedim, Defne nöbeti bendeydi, ama Ekin çok beğenmiş
9. Star Tour - Ben görmedim ama çocuklar için iyi sanırım, yıldız simülasyonu
10. Stitch Live, fransızca olmasına ve hiçbir şey anlamamalarına rağmen kızlar çok eğlendi. İnteraktif çizgi film şovu.
11. Armageddon - çook gereksiz
12.Pamuk Prenses ve 7 Cüceler; keyifli kızlar için ama beklenecek sıraya bağlı.. Kızlar için ilginç olabilir.
13. Peter Pan Flight- Korkunç uzun sıra oluyor, merakımızdan fast pass ile kızları soktuk, güzel ama bence olmazsa olmaz değil.
14.Karayip Korsanları - ben görmedim ama Ekin biraz korkmuş, karanlık ve kuru kafalar falan..
15. Robinson'un Ağaç Evi - ben görmedim ama ilginç görünüyordu

Aklımda kalanlar;
* Studio Tram Tour ;  film efektlerini vb görmek için, bizim zamanımız kalmadı, yorgunluktan üşendik
* Phantom Manor, zamanımız kalmadı
* It's a Small World
* Princess Pavillon - kızlar için






Etiketler: , , , ,

Pazar, Ağustos 14, 2011

Sicilya

                                     


Bu sene yine kendimizi İtalya’dan alamıyoruz ve rotamızı Sicilya’ya çeviriyoruz. Aslında, planımızı yaz tatili olarak yapmıştık ama Sicilya’ya direkt uçuş bulunmuyor maalesef. Yalnızca Paskalya döneminde tur şirketlerinin organize turları / direkt uçuşları oluyormuş. Biz de bu sefer bir Paskalya tatili yapalım dedik. En uygun zaman ve bütçeyi sunan tur şirketinden rezervasyonumuzu yaptık. Aslında amacımız zaten sadece oraya ulaşabilmek olduğu için çok detay aramadık. Yine arabamızı kiralayıp, özgürce gezme planımızı yaptık. Ama, bu sanırım turla yaptığımız ilk ve son tatil oldu. Tur şirketiyle yaşadığımız dertleri anlatmanın yeri değil ama tüm aşamaları geçip, uçuştan bir gün önce vizemizi de alabildikten sonra check-in sırasında uçakta kızımızın yerinin olmadığını öğrenmek son nokta oldu.. Neyse, sonunda gittik, gezdik, gördük, mutluyuz..

CATANIA

Normal zamanda Roma üzerinden Catania veya Palermo’ya ulaşabiliyorsunuz ki adanın en büyük iki şehri bunlar zaten. Bizim turumuz Catania’ydı ve oradan başladık.
Catania, Etna dağının eteklerinde oldukça büyük bir şehir. Uçaktan indikten sonra otelimize yerleşmeden tur ekibiyle birlikte panoramik şehir turu yapıyoruz. Tüm İtalyan şehirlerinde olduğu gibi Catania  da bir kilise bir meydan mantığıyla kurulmuş. Ana meydan yine Duomo Katedrali’ne ev sahipliği yapıyor. Meydana açılan Etna Caddesi (via Etnea) ana cadde. Belki Etna’nın kül ve dumanından, belki şehrin bakımsızlığından kirli bir etki bıraktı bende Catania. Meydandan bineceğiniz tur otobüsleriyle oldukça güzel bir şehir turu yapabilirsiniz. Tabii sabahın köründe uçmanın ve temponun verdiği yorgunlukla bizim neredeyse tüm aile olarak gözlerimiz kapanıyor ama şehrin genel dokusuna hakim oluyoruz.
Catania’nın görülmesi gereken yerleri zaten meydana açılan pazar ki kanlı canlı balıklar, deniz yaratıkları, etler sokaklarda.. Zaten Sicilya’nın ruhunu da burada yakalıyorsunuz. Sonra Piazza Republica, Duomo Katedrali, Fontana Dell’elefante devamında Etna Caddesi’nden yürüyüp dönüşte ara sokakları keşfederek aynı noktaya dönebilirsiniz.
Öğle yemeğimiz için özel bir şey aramadığımız için caddedeki herhangi bir kafeye giriyoruz. Genel olarak tüm İtalya’da zaten turistik menü mantığı var, hem ekonomik hem de farklı şeyleri tadabilme fırsatı veriyor. Ama kişi başı bir menü oldukça fazla geliyor aklınızda olsun. Zaten genelde bir öğünde düzgün yemek yiyebiliyoruz ki diğer öğüne kadar midemizde yer açılamıyor. Ya öğleni geçiştirip güzel akşam yemeği yemeye, ya öğlen düzgün yiyip akşam yemeğini pas geçmeye çalışıyoruz. Sicilya geneli için zaten pizza, çeşit çeşit makarna, deniz ürünleri ve şarap değişmeyen menüler. Patlıcan ve kabak oldukça fazla kullanılıyor, makarna ve pizzada mükemmel oluyor, denenmeli.
Biz akşamüstü otelimize geçiyoruz, tur rehberimize göre kaldığımız otelin restoranı (Garden Hotel)  şehrin tercih edilen güzel restoranlarından biriymiş, akşam yemeği için orayı tavsiye ediyor. Diğer yandan otel, Etna Dağı’nın eteklerinde, şehre biraz uzak olduğu için çok dışarı çıkma şansımız da yok. Akşamı otelde geçirip ertesi gün arabamızı alıp özgür olmayı bekliyoruz.
 

ETNA DAĞI - TAORMINA

İlk turumuz Etna Dağı.. Dağ, bütün ihtişamıyla şehrin her yerinden kendini gösteriyor. Önceden hazırlıklıyız, dağa çıkacağız, soğuk olabilir. Biz 21–25 Nisan’da gitmemize karşın, zirvede kar yağışına yakalandık. Dağda belli bir seviyeye kadar arabayla çıkabiliyoruz, daha sonrasında ya alpinistler gruplar halinde yürüyorlar ya da teleferikle çıkılıyor. Teleferik düşündüğümüzden pahalı (kişi başı 50 euro) ama oraya kadar gitmişken gerçek bir krater görmeden dönmek anlamsız. Teleferik’le 3000 metre’ye çıkılıyor, sonra da otobüslerle kraterlere gidiliyor. Zor hele çocukla oldukça yorucu ama keyifli bir parkur, yukardan kar yağıyor ama ayağınız sıcağa basıyor..
Etna’nın devamında Taormina’ya inmeye çalışıyoruz. Okuduğumuza göre asıl Taormina tepedeymiş ki zaten Sicilya’nın genelinde dağlara, tepeler kurulan şehirler her yerde bir şaşkınlık yaratıyor. Taormina’nın merkezine ulaşmaya çalışırken tepeye Castello Mola’ya varıyoruz. Bütün şehir ayaklarımızın altında, muhteşem bir manzara.. Sonra Taormina’ya iniyoruz tekrar. Taormina’nın ana caddesi Corso Umberto I, Porto Messina’dan başlıyor ve yaklaşık 1 km devam edip Porto Catania da bitiyor. Yine, genel İtalyan şehirlerine uygun olarak birkaç yüz metrede bir, bir kilise-bir meydan mantığında gidiyor. Biz tam Paskalya törenlerine denk geldiğimizden oldukça kalabalık ve karmaşıktı. Paskalya süresince her akşam başka bir kentte büyük törenler düzenleniyormuş, o akşam sıra Taormina'daydı. Taormina’nın bütün kadınları siyah giysileri ve ellerinde meşalelerle baştan başa geçtiler şehri, arkalarında İsa’yı sembolize eden heykeller ile erkekler takip ediyordu onları. Güzel ve duygusal bir törendi ama onlar daracık sokağa yerleşene kadar biz Ekin ve arabasıyla oldukça zorlandık.
Akşam yemeği için notlarımızda yer alan Granduca’yı tercih ediyoruz, Piazza 9 April’deki kemeri geçince, güzel keyifli bir restoran. Ben yine notlarımda yer alan kılıç balığı sarması yiyorum ki gerçekten tadına bakılmalı.. Pizza ve deniz ürünleri ve üzerine tiramisu menümüzü oluşturuyor. Günü burada noktalayıp otelimize dönüyoruz.




SYRACUSA - NOTO - RAGUSA 

3. gün planımız adanın Güney Doğu kesimi.. Adada otobanlarla ulaşım oldukça rahat, biz bazı noktalarda navigasyona güvenip kaybolma noktasına gelsek de genel olarak ulaşım sorunu yaşamıyoruz. İlk durak Syracusa. Arabayı şehir merkezinde bırakıp yürüyerek dolaşıyoruz önce şehri. Gezilecek yerler arasında Yunan antik tiyatrosu ve arkeolojik park var. Ancak ülkemizde gerçekten antik şehirlerin en güzellerini gördüğümüzden belki de çok ilgimizi çekmiyor. Tek atladığımız Arşimed parkı oldu, belki bir dahaki gidişimizde.. Syracusa’nın asıl merkezi Ortygia, burası gerçekten en görülmesi gerekli yer. Meydanı, çeşmesi, kilisesi, dar sokakları, sahil yolu her biri ayrı güzel.. Gezimiz boyunca cüzdan ve cep telefonumu kaybetme teşebbüslerim nedeniyle burayı da biraz Özkan’a zehir etmeyi başarsam da günün sonunda oldukça keyifliyiz. Öğle yemeği için yer bulma şerefi yine bana veriliyor, güzel bir pizza yiyebileceğimiz ara sokaklarda güzel bir restoran arıyoruz ki gerçekten çok güzel yerler olmasıyla birlikte ben seçim yapmakta zorlanıyorum. Pes etmek üzereyken meydandaki bir pizzacı son durağımız oluyor. Her biri birbirinden lezzetli pizzalarımızla karnımızı doyurup bir sonraki durağımız Noto’ya doğru yola çıkıyoruz. Aslında, yol üzerinde biraz da Ekin’in gönlünü yapmak için denize girmek istiyoruz ama uygun bir yer bulamıyoruz. Noto, dağ eteklerinde, 1693 depremiyle tamamen yıkıldıktan sonra yeniden kurulmuş, adanın en önemli barok şehirlerinden biri.. Binalar, balkonlar, sokaklar her şey çok güzel. Noto’da kısa bir şehir turu ve katedral gezisinden sonra Ragusa’ya yola çıkıyoruz.
Ragusa’nın görülmesi gereken eski şehir merkezi yine bir dağ yamacına kurulmuş tipik bir Sicilya kasabası. Daracık sokaklarda yürüyoruz. Diğer kasabalarda olduğu gibi katedralin olduğu meydana geliyoruz. Meydandaki kafelerde insanlar sokaklara yayılmış. Buraya ilişkin notumuz meydandaki Gelati Di Vini, zaten önündeki kalabalıktan tanımak oldukça kolay. Akla gelmeyecek dondurma çeşitleri arasında seçim yapmak gerçekten zor; Lonely Planet’a da giren şaraplı dondurmayı denemeden geçmeyin. Dondurmalarımızı yedikten sonra şehrin bitimine kadar yürüyoruz. Hava kararmak üzereyken kurulan yerel ürünler tezgahından zeytin ezmesi, peynir ve şarabımızı alıp, oldukça uzun yolu geriye yürüyüp arabamıza dönüyoruz. Sicilya’yı tanımak için Syracusa-Ortygia; Noto ve Ragusa’nın mutlaka görülmesi gerektiğini notlarımıza ekleyerek.



CEFALU-PALERMO

4. gün programımız adanın kuzey batı bölgesi, öncelikle Cefalu. Yine sabah kahvaltısından sonra arabamıza atlayıp otobandan Cefalu’ya yola çıkıyoruz. Cefalu, geniş plajlarıyla denize girmek için en uygun yer gibi görünüyor bize, 3 gündür oyaladığımız Ekin’i artık denizden uzak tutamıyoruz.  Sicilya’nın genel ruhundan uzaklaşmayan daracık Cefalu sokaklarında keyifli bir yürüyüşten sonra Piazza Duomo’ya çıkıyoruz. Kilisede denk geldiğimiz vaftiz törenini de izledikten sonra deniz kenarına dönüyoruz. Hava oldukça güzel olmasına karşın aslında yine de denize girmek için yeteri derecede sıcak değil ama Ekin ve Özkan denizin tadını çıkarıyorlar. Denizden sonra iyice acıkan karnımızı doyurmak için geleneksel restoran arayışımıza başlıyoruz. Listemizdeki restoran (Kentia) maalesef kapanmış. Yine uzun bir yürüyüşten sonra başlangıç noktamıza, sahile dönüyoruz ve sokaktaki restoranlardan birine oturuyoruz. Yine her şeyi denemek istiyoruz ve menu touristico ile bir çok şeyin tadına bakıyoruz; yemekler gelene kadar gelen zeytin zaten bütün keyfimizi yerine getiriyor, sonrası Lazanya, pizza.. Sicilya’da da şarap oldukça ucuz ve lezzetli. Cefalu’daki tek hatamız, park ettiğimiz yerdeki parkmetreyi göremediğimiz için arabanın yanına döndüğümüzde fark ettiğimiz park cezası oluyor. 1 euro park parası vermek varmak 70 euro ceza yiyoruz. Sonraki durak Palermo, mafyanın başkenti.. Girişten itibaren şehrin büyüklüğünü hissediyorsunuz ama şehrin eskiliği, kirliliği ve tarif edemediğim bir eksiklik şehri soğuklaştırıyor. Önce arabayla görmemiz gerektiğini düşündüğümüz yerleri arıyoruz, arabamızı yakın olduğunu düşündüğümüz bir ‘arsaya’ park ediyoruz ve bir değnekçi geliyor yanımıza.. Özkan’dan anladığım kadarıyla birkaç sigara ve birkaç euro karşılığı arabayı bırakıyoruz ama geri döndüğümüzde bulabileceğimizden pek emin olamıyoruz. Ve yürüyüşümüz başlıyor, görevimiz Palermo’nun labirent sokaklarını keşfetmek. Palermo’da da şehir turu yapabileceğiniz otobüsler mevcut ama bu sefer ekonomik olarak yürüyerek gezmeyi tercih ediyoruz ki bir çok turistik ve tarihi mekan da zaten birbirine yakın yürünebilir mesafede. Meclis binasının önünden Palermo katedraline geçiyoruz. Diğer kasabalardan sonra Palermo binalarıyla, yollarıyla büyük şehre geldiğinizi hatırlatıyor. Palermo Katedralinin önünden, 4 köşesinde ayrı güzellikte birer bina olan  Quatro Canti'ye yürüyoruz. Uzun yürüyüşümüzü Massimo tiyatrosunun önünde bitiriyoruz. Bu bölgede sokak aralarında çeşit çeşit kafeler var ama dönerlerden gelen koku bizi çok rahatsız ediyor. Sicilya’nın meşhur hamur işlerinden yemeden geçmek istemiyoruz ve bir kafeye oturuyoruz, atıştıran yağmuru atlatmak için de bir mola oluyor. Yediklerimizden pek memnun olduğumu söyleyemesem de denemek gerek. Özkan’ın yön duygusuna güvenerek arabamıza doğru yola çıkıyoruz, akşam yemeği saati olduğu için daracık sokaklarda herkes mangalını sokaklara çıkarmış mangal yapıyor. Görüntüler oldukça ilginç geliyor bize. Neyse ki araba bıraktığımız yerde duruyor. Hepimiz yorgun seriliyoruz arabaya.. Sicilya maceramızda Özkan’ın aklında kalmış tek nokta var, yoldaki sıradan bir kasabaya sapıp sıradan bir İtalyan’ın yemek yediği bir restoranda yemek yemek.. Hepimiz yorgunuz ama bir yandan da bu yöne gelirken gördüğümüz dağın başındaki kasabayı (Enna) hepimiz merak ediyoruz ve otobandan sapıyoruz. Sonradan öğreniyoruz ki Enna, Sicilya adasının  ortasında 931 m rakımlı bir tepenin üzerine kurulmuş, İtalya'nın en yüksek rakımlı il merkezi olup "Belvedere di Sicilia (Sicilyanin panaroma yeri)" ve "Ombelico di Sicilia (Sicilya'nin gobegi)" lakaplarını taşıyormuş. Akşamın karanlığında dağa tırmanıyoruz ki dağın tepesi sis altında görünmüyor. Şehrin merkezine ulaşıp arabayı park ediyoruz. Öncü kuvvet arabadan indiği hızla geri dönüyor, dışarısı inanılmaz soğuk. Plan, arabayla yemek yiyeceğimiz yeri bulup arabayı önüne park etmek. Biraz daha ilerliyoruz, restoranı tespit edip arabayı park edip restorana koşuyoruz, küçük yerel bir pizzacı ama her şey  çok lezzetli. Tüm İtalyanlar gibi İngilizce bilmeyen-konuşmayan restoran sahibiyle Özkan yine de sohbeti koyulaştırıyor ve lezzetine bayıldığımız zeytinlerden bir kavanoz alıp artık otele dönüyoruz.
Ertesi gün Sicilya’da son günümüzü Catania’da bir tur daha atarak geçiriyoruz. Hava iyice kötüleşiyor, neyse ki aklımızda kalan bir şey yok. Catania sokaklarını bir kez daha turlayıp, ilk gün bulamadığımız meşhur Cerez Restoran’da yemeğimizi yiyip gezimizi sonlandırıyoruz ve Sicilya’ya veda ediyoruz.

Devamı »

Etiketler: , , , , , , , , ,

Pazartesi, Eylül 13, 2010

GÖKÇEADA

Geleneksel olarak her yaz bir araya sıkıştırmaya çalıştığımız ada gezimizde bu sene rotamızı Bozcaada’dan Gökçeada’ya çevirdik. Yazın sürekli kesişen programlarla bir türlü gerçekleştiremediğimiz gezimize 20 Ağustos akşamı itibariyle başladık. İstanbul’dan gidiyorsanız, Gökçeada’ya Eceabat-Kabatepe’den feribotla geçiliyor. Çanakkale’den de deniz otobüsü ve feribot mevcut (bkz Gestaş). İnternette birçok yerde İstanbul-Kabatepe arası 350 km olarak belirtilmiş. Biz Ümraniye’den çıktık, yaklaşık 380 km’lik bir yol. İlk feribot (20 Ağustos’ta değişen tarifeyle) sabah 9.00’da. Yaklaşık 3,5 saatlik yol yapacağımızı hesaplayarak, gece 04.00 gibi evden çıkmayı planladık. Feribota önceden bilet alamadığınız için kalkış saatinden 1-2 saat önce orada olmak gerekiyor. Biz sabah 7.30’da vardık ama oldukça uzun bir kuyruk vardı. Limana gelince gördüğümüz Bulgar sörfçü akını şaşırttı önce bizi. Arabasının üstüne board’unu bağlayan Kabatepe’ye atmış gibiydi kendini. Feribotu beklerken kıyıdaki cafede bir şeyler atıştıralım dedik ve ilk darbeyi burada yedik. Kasadaki görevliye sadece “buradan mı gelip alıyoruz, yoksa siz masadan mı sipariş alıyorsunuz?” sorusunu gayri ihtiyari sorarken aldığımız “elimiz erirse getiririz” gibi bir yanıtla dışarıda bir masaya yöneldik, neyse elleri erdi ve tost ve çayımızla güne başladık.
Kabatepe’den Gökçeada’ya Feribotla yolculuk yaklaşık 1,5 saat sürüyor. Feribotlar oldukça geniş ve rahat. Adada Kuzu Limanı’na yanaşıyorlar.

Gökçeada planımızı yaparken daha önceden tavsiye pek alamadığımız için tamamen internet üzerinden ilerledik. Öncelikle ada coğrafi olarak oldukça büyük. Deniz kenarında konaklanabilecek tek mekan Kaleköy Limanı. Balık restaurantları da burada yer aldığından geceleri uğraşmamak için Kaleköy’ü tercih ediyoruz.
Feribottan indikten sonra önce pansiyonumuza yerleşip, Ekin’i de daha fazla üzmeden deniz kıyısına atıyoruz kendimizi. Çocukla olacağımız için tesisi olan plajları tercih etmeyi düşünüyoruz. En yakın ve popüler olan Aydıncık Koyu’na doğru yola çıkıyoruz. Koyda hem camping alanları hem de sörf okullarının tesisleri var. Yine daha önceki internet araştırmalarımıza dayanarak Şen Camping’i tercih ediyoruz. Şansımıza hava oldukça rüzgarlı. Tabii bu sörfçüler için belki iyi haber ama bizim keyfimizi biraz bölüyor. Karnımız acıktığında yine tesisin restoranına yöneliyoruz. Yemekler (ki burada en çok köfte bulacaksınız) ve salata oldukça lezzetli ama tahminimizin oldukça üzerinde gelen hesap şaşırtıyor bizi. Neyse, daha ilk yemeğimiz öğreniriz diyerek devam ediyoruz.
Gökçeada’ya gelişte en önemli hedeflerimizden biri Türkiye’nin en batı noktasından, çeşitli açılardan gün batımını izlemek. İlk günümüzde izleme noktası olarak Kaleköy’de mendireği seçiyoruz. Gün batımına geçmeden önce Gökçeada merkezin içinde kısa bir yürüyüş yapıyoruz ama biraz hayal kırıklığına uğruyoruz. Çok bakımsız, köhne görünüyor. Daha sonra Kaleköy’ün üst tarafındaki eski Rum köylerinden Bademli’ye çıkıyoruz. Köy yolları ve patikalar biraz zorlasa da tepede muhteşem bir manzara ve eski köy havası bizi bekliyor. Buradan Bademli Kalesi’ne geçiyoruz. Standart olarak Ekin burada babasıyla Rapunzel’i kuleden kurtarmaya çalışıyor. Ama rüzgar o kadar şiddetli ki ben daha fazla ayakta duramayacağımı fark edip arabaya geri dönüyorum. Sonrasında, Kaleköy limanı ve gün batımı.. Kaleköy’de yan yana birkaç küçük restoran var, pek birbirinden farklı değil. Sadece, adada 3 şubesi olan Son Vapur diğerlerine göre profesyonel görünüyor. Kaldığımız pansiyonun da restoranı olduğu için (Sahil Restoran) akşam yemeğini orada yemeği tercih ediyoruz. Denize karşı rakı balık keyfiyle ilk akşamımızı geçiriyoruz.

İkinci günümüzde adanın batı kıyılarına doğru uzanıyoruz. Planımız yol üstünde rum köylerine saparak önce köyleri gezmek arkasından yine kendimizi denize atmak.. Köyler zaten sıra sıra, önce Zeytinliköy’e uğruyoruz. Gerçekten Ege kıyılarından alışkın olduğumuz daracık sokakları, eski evleriyle muhteşem bir atmosfer. Zeytinliköy, zamanında adanın en canlı yerlerinden biriymiş, hala da en çok ziyaret edileni. Diğer köyleri de görünce zaten farkı anlıyorsunuz. Köy meydanın adanın ünlü dibek kahvesi, sakızlı dondurma ya da sakızlı muhallebisini tadabileceğiniz küçük kahveler var. Köyü dolaştıktan sonra meşhur Madam’ın Yeri’nde biz kahvemizi yudumluyoruz, Ekin de ‘ama ben sakızlı dondurma sevmem ki’ diye diye dondurmasını kaşıklıyor. Karnımız tok olduğu için yine adanın tadılası lezzetlerinde Çiçirya’yı bu seferlik atlayıp yola devam ediyoruz.
Zeytinliköy’den sonra rota olarak aslında durağımız Tepeköy. Ama akşam yemeğimizi Tepeköy’de Barba Yorgo’nun Tavernasında yemeyi planladığımız için onu atlayıp Dereköy’e geçiyoruz. Dereköy, çok fazla terk edilmiş havasında görünüyor. Biraz hayal kırıklığına uğrayıp yola devam ediyoruz.
Bu sefer denize girmek için adanın güney batı kıyılarındaki bakanlık tesislerine yöneliyoruz. Anne babamızın öğretmen kadrosundan Milli Eğitim Bakanlığı tesislerini tercih ediyoruz ama zaten kapıda kimse de kimlik sormuyor. Yan yana sıralanmış Adalet Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı oldukça güzel düzenlenmiş bahçeleri, sahildeki kafeteryasıyla bizim tüm günümüzü geçirebileceğimiz bir ortam sunuyor. Rüzgar kuzeyden estiği için burada deniz oldukça sakin ama rüzgarın şiddetini yine de hissediyoruz. Ekin’in çok isteyerek aldığı kurbağalı deniz yatağını Özkan’ın elinden kaçırması ve kurbağanın birkaç saniye içinde neredeyse Yunanistan kıyılarına ulaşması rüzgarın en büyük delili zaten. Akşam üstü rüzgar iyice şiddetleniyor. Kafeteryada çıkmadan birer tost yiyelim diyoruz ama rüzgarın masadaki tostları ve ayranları havalara savurmasıyla bu keyfimiz de biraz sekteye uğruyor.
Bu akşamki gün batımımız Türkiye’nin en batı ucu olan İnceburun’dan olacak. Ancak İnce burun adı üzerinden bir burun olduğundan güneş batarken tepelerin arkasında kalıyor. Biz de hemen birkaç yüz metre geriye Uğurlu limanına dönüp, limandaki kayalıkların üzerinden denize batırıyoruz güneşi.

Dönüş yolumuz üzerindeki Şirinköy’de birbirinin aynı modelde inşa edilmiş tek katlı bahçeli evler şaşırtıyor önce, nasıl bu kadar aynı olabilir, ne kadar düzenli diye düşünüyoruz. Nedenini şimdi fark ediyorum ki bu köy 2000 yılında Bulgaristan’dan gelen Türkler için yapılmış, sanıyorum bu nedenle bu kadar planlı olarak inşa edilmiş. Devamında yine birbirinin aynı yapıda geniş, terk edilmiş binaların arasına giriyoruz. Yine, bunlar da ne ola ki diye meraklanıyoruz. Sonunda dayanamayıp yolda karşılaştığımız birine soruyoruz. Burası da 1990 yılında kapatılan Gökçeada Yarı Açık Cezaevi’nden kalan binalarmış.

Akşam rüzgar iyice şiddetini arttırıyor. Daha önceki tatilimizden deneyimli olmamıza karşın yine uzun kollu bir şeyler getirmeyi atlamış olduğuma hayıflanıyorum. Barba Yorgo’nun yerini ararken kararan havanın ve köy yollarındaki belirsizliğin etkisiyle yanlış bir yola sapıyoruz. Neyse ki yol aslında bizi bir yandan da görmek istediğimiz Çınaraltı’na getiriyor. Asırlık çınarın altında ufak bir piknik alanı var, artık hava karardığı için manzarayı tam göremesek de tepeden Gökçeada’yı seyrediyoruz. Tekrar geriye dönüp Tepeköy’e ulaşmaya çalışıyoruz. Adanın yerel lezzetlerini denemeye geliyor sıra. Izgara keçi peyniri, melki mantarı ve tabii ki Barba Yorgo şarabı. Daha önce bloglardan okumuştum adadaki ev şaraplarının ne kadar içerseniz için baş ağrısı yapmadığını, gerçekten doğruymuş. Sahibi Yorgo’nun her masaya tek tek gidip sohbet etmesi, ilgisi burasının neden bu kadar ünlü olduğunu da biraz anlatıyor aslında.

Adadaki üçüncü günümüzde yine şiddetli kuzey rüzgarı adanın kuzey sahillerini görmemizi engelliyor, biz de sörf cenneti Kefaloz burnuna yöneliyoruz. Ama rüzgar arabadan inmemize bile izin vermiyor. Biz bu kadar rüzgarla boğuşamazken kite sörf yapan bir dolu insan havalarda keyifle uçuyor, taklalar atıyor. İnsan nasıl da özeniyor.
Neyse, bizim yerel lezzetleri tadım turumuz devam etmeli, yine Zeytinliköy’e uzanıyoruz, hedefimiz Çiçirya. Zeytinliköy’de bu sefer olağan dışı bir kalabalık var, köyün panayırıymış, Türkiye’den ve Yunanistan’dan bir sürü insan gelmiş. Biz de akşam panayıra katılalım diyoruz ama yabancıların girmesine izin vermiyorlarmış. Biz de tüm Çiçirya oklarının işaret ettiği Evstratia’nın yerine yöneliyoruz. Çiçiryalarımızla birlikte (ki kendisi keçi peynirli pide esasen) vişnada (ev yapımı vişne suyu) içiyoruz, gidecek herkese de tavsiye ediyoruz. Muhteşem manzarada bir sürü fotoğraf çekip yine Milli Eğitim Bakanlığı tesisleri yolunu tutuyoruz. Bu sefer direkt olarak gitmektense güney koylarını dolaşarak gidiyoruz. Ada gerçekten çok geniş bir coğrafyada. Rüzgara kapalı olan iç alanlar, vadiler yemyeşil ama sahiller oldukça çorak.
Yolumuzun üzerinde Laz Koyu var; deniz ve koy muhteşem görünüyor. Laz Koyu adının nereden gelmiş olabileceğini bulamıyoruz, onu da dönüşte öğreniyoruz. Yine adadaki bir çok köy gibi 1960’lardaki iskan projeleriyle Şahinkaya Köyü de Trabzon’daki Şahinkaya köyünün buraya taşınmasıyla oluşturulmuş. Köyün tarla alanı da bu koy tarafında yer aldığından adı Laz Koyu olmuş. Koyda yalnızca küçük bir büfe var, şemsiye konusunda tedarikli olmadığımız için denizi ve kumsalı ne kadar beğensek de Ekin’le rahat edemeyeceğimizi düşünüp devam ediyoruz.

Bu arada, tesislerin bulunduğu koyun ilerisinde kil yatakları varmış. Sahilde dolaşan baştan aşağı çamurla kaplı insanları merak edip yerini öğreniyoruz, az da olsa Ekin ve ben de çamura bulanıp kendimizi yeniliyoruz. Akşam güneşi burada batırıyoruz, zaten burasının manzarası da başka bir yeri aratmayacak kadar güzel.
Akşam yemeği için bu seferki tercihimiz et yemek. Adanın en önemli özelliğinden şimdiye kadar bahsetmedik.. Adanın her yerinde sürekli keçi sürüleriyle karşılaşıyorsunuz. Dağlar, tepeler, ağaçların üstü, yolların ortası… Her yerde keçi var. Bu kadar keçiye aslında daha fazla et yemeği olmasını beklerdik. Kaleköy’ün girişinde gördüğümüz Yörük Çadırı et yenebilecek en makul yer gibi görünüyor. Gerçekten de lezzeti oldukça başarılı. Sonunda ada hakkında daha detaylı bilgi alabileceğimiz birini buluyoruz, Çadırın sahibiyle sohbet ediyoruz ve kafamızdaki soruları soruyoruz. Aslında genel olarak tüm köyler iskanla oluşturulmuş, onlar da Isparta’dan gelmişler. Keçileri de soruyoruz bunlar başıboş mu, nasıl kontrol ediyorsunuz diye. Aslında herkesin sürüsü işaretliymiş, sene de bir kez hepsi toplanıp, sayılıp yünleri kırkılıp tekrar salınıyormuş.  Ada’daki son akşam yemeğimizi de burada yedikten sonra yine Kaleköy’de limandaki bir kafede ne zamandır özlediğimiz okey oynuyoruz ve günümüzü bitiriyoruz.

Sadece aklımızda kuzey rüzgarının bize bir türü yar etmediği Sualtı Milli parkı kalıyor, onu da bir sonraki gelişimize bırakıyoruz. Ertesi gün programımızda gelmişken görmeden geçemeyeceğimiz Gelibolu Yarımadası var.
Sonuç olarak;

o Gökçeada görülmeli

  • İlk geldiğinizde tepelerdeki çoraklık sizi yanıltmasın; adanın içi organik tarım cenneti
  • Gökçeada şehir merkezi de sizi yanıltmasın, güzellikler köylerde ve koylarda gizli
  • Mümkünse gitmeden önce hava ve rüzgar durumunu kontrol edin, hazırlıklı olun
o Ne yenir, ne içilir?

  • Kaleköy’deki restoranlarda balık ve deniz ürünleri
  • Yörük Çadırı’nda keçi (sezonda oğlak çevirme)
  • Barba Yorgo’nun tavernasında değişik mezeler ve şarap
  • Zeytinliköy’de Çiçirya yanında Vişnada; Dibek kahvesi, sakızlı dondurma, sakızlı muhallebi
  • Efibadem kurabiyesi (bildiğimiz un kurabiyesi aslında ama çok taze ve lezzetli)
  • Muhtelif yerlerde köfte
o Görülmesi gereken yerler diyerek kısıtlama yapmak istemem. Zaten birkaç günlüğüne gidiyorsanız adanın her yerini görebilirsiniz. Ama görmeden geçmeyin demek için;

  • Kefaloz Burnu’da, Tuz Gölü’nde, Aydıncık Koyu’nda sörf yapanları izleyin
  • Uğurlu’da güneşi batırın
  • Rum Köyleri, özellikle Zeytinliköy, Tepeköy, Yukarı Bademli Köyü
  • Eski cezaevi bölgesi
  • Denize girmek için, tesis isterseniz Yuvalı Plajı, Aydıncık Koyu, gerek yok derseniz Laz Koyu veya yolda keşfedeceğiniz küçük koylar.

Etiketler: , , , , , , ,